19 Mayıs 2015 Salı

MUSTANG

MUSTANG FILMI

YA DA ÖZGÜRLÜK EMEK İSTER....





Sabah seyrettiğim filmden sonra aklıma gelenlerden ilk şey bir Bulutsuzluk Özlemi  şarkısı oldu...

Bir zamanlar kendime film sever diyebilirdim. Şimdi ancak fırsat buldukça ve böyle festival zamanları sinemada  izleyebiliyorum filmleri...Türk sineması çok uzağımda, DVD si çıkan filmlerden haberdar oluyorum o da aylar sonra. Ve bir de buralarda gösterilirse...

Deniz Gamze Ergüven’nin “Mustang” filminin 68. Cannes Film Festivali’nde gösterileceğini öğrenmem bile o kadar geç oldu ki. Her sene kendinden bir tortu kalıyordu galiba festivalde bende.. Her seferinde gidilemeyen filmler ve sokakları yayılan yaklaşık iki haftalık sinema kokusunun ardından kendi içine çekilen sıcak bir şehir olarak bana el sallıyordu Cannes...O kışın deniz kokusunu burnumda tüttüren masum ve modern bir balıkçı kasabası kostümünden sıyrılıp, en parıltılı gece kıyafetlerini giyindikçe kokusu sinemaya dönüyordu...Artık deniz bile sinema kokuyordu Mayıs ortasında... Cannes benim için gel-git lerin ve gelen gidenlerin bir kelime oyunu gibidir... Gelenler gider ve yine o denizin görünmeyen gel-git leri kalır bana...

Bu sabah içimdeki koyu yalnızlığı otobüse bindirip yola koyuldum. 5.45’de kalkıp 7.00’de otobüse binip , 7.50’de sinema sırasına girince Cannes ile göz göze gelemedik bile...Kahve ve croissant (kruvasan) kokuları arasında sinema hayallerine dalarken kuyruktaki bilindik sohbetlerdeydi kulağım...

Theatre Croissette’de 9.00’da gösterimi vardı ve belki de ben ilk defa  bir filmi seyretmeden önce hakkında hiç bir araştırma yapmadan izleyecektim...Sadece sıradayken okuduğum bir iki şey vardı...Bir yazıda  “The Virgin Suicides “ filmine göndermeler yapmıştı...Yine de kafamı karıştırmadan içeri girdim ve yerime oturdum...

Yanımda yirmibeş yaşlarında  İstanbul’dan gelmiş bir genç kadın, hemen onun arkasında da onyedi yaşında yine Türkiye’den küçük bir şehirden gelmiş bir genç kız vardı, kırklı yaşlarımın ortalarına yaklaşırken onları artık biraz buraların yaşam tarzına alışmış olarak ağırladığımı fark ettim. 

Film küçük bir Karadeniz kasabasında okulun kapanmasıyla başladı. Sonra filmin kahramanları ile tanıştık...Anne ve babalarını küçük yaşta kaybeden beş genç kız...Sonay, Selma, Ece, Nur ve Lale...  Babaanneleri ve amcaları ile beraber bahçeli bir evde oturuyorlar.

Yanımdaki genç kadın tanıdık bir şarkı mırıldanıyor...



Simdi bir kıyıda durmus
Uzaklara bakmaktasın
Heyecanlısın
Okyanuslar bilinmez
Ürkütebilir seni
Uzat elini
Hayat her gün yeniden baslar
Aç güzelim saçını
Savursun rüzgar
Aç güzelim saçını
Güneş parıldatsın”
“Biliyorum seni saran o çemberi
Biliyorum özgürlük emek ister...”

Arkamdaki genç kız ilk sahnelerdeki denizde oyun oynama görüntülerine çok yabancı...O bozkırlardan gelme...Yaşları 12-16 arası değişen beş genç kızın okuldan erkek arkadaşları ile denizde oynamaları,  şakalaşmaları...Kırklı halim bu görüntüleri görmeye o kadar alışık ki...Burada yazın gittiğim her plajda böylesi kahkahalar yükselir gençlik eğlencelerinden...

Komşularının bahçesinden elma aşıran genç kızların kahkahalar atarak evlerine yaklaşmaları....Bir göz hakkıdır oysa köylük yerlerde gelip geçenin canı çektikçe bir iki elma koparmaya hakkı vardır...Ama bu kızların kahkahaları ve tatili gülerek karşılamaları hoş karşılanmaz....her yerde olabilecek zalim komşular vardır...kendi yaşam tarzlarını dayatmaya çalışan ve en çok da gülmekten dolu dolu kahkahadan rahatsız olan insanlar....Böyle bir komşunun şikayeti ile başlar...Ardından babaanneleri ve amcaları tarafından namus kalıplarına bastırılırlar...Erkeklerin omuzlarına çıktıkları için bekaret kontrolü ile ispatlamak zorundadırlar bir şey yapmadıklarını...Yaşları gereği deli akan kanları, taze vücutları ve aşık olma potansiyelleri hep suçtur onlar için...

Ne kadar tanıdık dedi on yedisindeki...Küçük yerlerde güldüğümüz zaman elimizi kapatırdık ağzımıza, bacaklarımızın birleştirilerek oturma tarzı bile aynıdır büyüklerin yanında...susardık, içimizdeki deli kan akmasın diye de onlarca uyarı alırdık...

İstanbul’dan gelen genç kadın şimdinin veya eskinin bir farkı da yok dedi...daha çocukken kadınlığımızı hapsediyorlar. En acısı da bunu yine kadınlar yapıyor bize.. Annelerimiz, ablalarımız, Komşularımız...Gülmeyi unutan kadınlar, gülmeye meyilli kız çocuklarını kırpıp kırpıp somurtkan yapıyorlar...

Kırmızı kanın rengi, dudağındaki rujun rengi kana çalarsa senin kanın akıtılmalı...Kırmızı ruju televizyonda gördükleri sunucuların dudağında yadırgamayan ama yan komşusu pazara giderken sürdüğü için ona binlerce iftira atabilecek potansiyel bir kadın düşmanı var içimizde...

Yönetmen senaryosunda ne ağdalı bir edebiyat yapmış, ne uzun diyaloglara gitmiş...Her şeyi görüntülerle yalın ama çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş...Erkeklerin omuzuna çıktıkları için bekaret testine gönderilen kardeşlerin en küçüğü Lale, oturdukları sandalyeyi yakmaya çalışırken o kadar isyankar bir dildeydi ki...Çakmak çakmak gözleri ile oyunculuğun yaşamak olduğunu vurgularcasına küçük yaşında büyük işler yapıyordu...Küçük Kadınların dokunduğu her şey yasaktı...
Özgürlükleri bir eve hapsedilerek alınan kızlar evdeki teyzeler, halalar yardımıyla klasik ev kadını hamuruna dönüştürülmeye çalışılıyordu...Büyük kız aşkının peşindeydi, bir küçüğü tanımadığı biriyle evlenecek kadar başka dünyada, bir diğeri kendini istemeye gelenlere inat sokakta gördüğü ilk gence kendini teslim edecek kadar umutsuz, en küçüklerden biri evlilik sırasının kendinde olmasına bile isyan etmeyecek kadar çocuk...ve Lale en küçükleri...   Ta başından beri hep isyankar, hep özgürlük düşkünü, hep meraklı...Ailenin kara koyunu...Belki de küçük kara balığı....

Kızlar ev işleri öğretme fabrikasındaki vardiyalarını tamamladıktan sonra, birbiri ardına evlendirilmek üzere sıraya sokulurlar...

Babaanne biraz amcanın etkisiyle, biraz kendi güçsüzlüğünden yeterince arkasında duramaz torunlarının...

Onları eğlenceli kılan, onlara cinselliği çağrıştıran, onlara küçük kasabada laf getirebilecek her eşya, her hareket ve her kıyafet yasaktır...Ev demir parmaklıklarla adeta bir hapishanedir...telefon, bilgisayar yasaktır...Tek tip ve karanlık renkli kıyafetlere mahkumlardır...

Filmin her detayını, her karesini uzun uzun yazmak seyretmeyenlere haksızlık olacak...



Ama şu şartlarda memlekette gösterimi ne zaman olur kocaman bir soru işaretidir... Bir Fransız filmi olarak oynatılsa yaş sınırı 18 ile gösterime girilebilir...Ama bir Türk filmi olarak, ki kadın kahkahalarına bile tahammülü olmayan bir toplumun genç kızların ev hallerine ne kadar tahammülü olacakları da bizim toplumun imtihan meselesidir...

Yönetmen filmin gösteriminden sonra sinemadaki seyircilerin sorularını yanıtlarken bir konunun altını çizdi...Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkı verilme tarihi otuzlu yıllardaydı dedi...Çoğu Avrupa kadınından önce seçme seçilme hakkına sahip olan Türk Kadını kendi hayatını seçme özgürlüğüne ne derecede kavuşmuştur bu büyük bir soru işaretidir...

Filmin bekaret testi sahneleri, evlilik gecesinin ertesi sabahı yaşanan kanlı çarşaf hadiseleri oradaki seyirci için şaşırtıcıydı...Cinselliği bu anlamlarla yaşamayan ve yaşatmayan sinemadaki Fransız toplumuna kırmızı kurdelanın anlamını da açıklamak yorucu olacaktı...Biz namus kavramını sadece kız çocuklarımızın bacak aralarına sıkıştırmaya çalışıyoruz... O yüzden o kadar çocuk kadınımız var ki...İşte bunu anlatmak da zordu...Evlilik yaşı diye bir şey diye sordu seyircilerden biri...Evet resmi olarak var ama gayri resmi olarak o kadar çok çocuk gelinimiz var ki...

Bir yara daha tuzun acısıyla kanıyor...Hiç görülmeyen bir taciz sahnesi vardı ki...İşte yönetmenin de inceliği buradaydı...Kadınlığın anlatım zenginliği girmişti devreye...ne bir açık sahne, ne vahşi bir sevişme....Küçük bir kız çocuğunun sessiz çığlığı ile aileleri tarafından taciz edilen çocukların gözyaşları da iniverdi perdeye...

Yanımdaki genç kadın, arkasındaki kıza mendil uzatıyordu...hepimizin gözleri kıpkırmızı olmuştu ağlamaktan, bir silah sesiyle irkilen bedenlerimiz ortanca kızın beyaz kefene sarılı halini gördükçe daha da isyan etti...kefenlerini giyinip siyaset yarenliğine soyunan er adamların komik halleri geliverdi gözümün önüne...onlarin o komik hali bir genç kız bedeninin kefene sarılmış halini görmek gerçeğinden ne kadar uzak, ne kadar yalancı...

Filmin futbola da selamı vardı...Kadın taraftarların tribünleri renklendirdiği erkek dünyasına nazik bir dokunuş...Bir kız çocuğunun futbol sevgisinin yaprak sarmasi ile törpülenme hali...Çünkü kız çocukları bez bebeklerle büyürler...ve meşin top sevdası pipisi kesilirken düğünler yaptığımız erkek evlatlarımızın yegane gururudur...

Eski Yeşilçam filmlerinde kızların karşısına çıkan ve onları kötü emellerine alet eden kamyon şoförleri olur bazen.. Bizim hikayemizdeki Yasin, yüzünün karasına inat kalbinin beyazlığı ile Lale’nin biricik kahramanı oluyordu...Kızları futbol maçına götüren, araba öğrenmeye inat eden Lale’ye ilk direksiyon dersini veren ve geride kalan kızlardan ikisini bilinmez de olsa bir parçalık özgürlüğe kavuşturan yola ulaştırıp içimize su serpen filmin en iyi erkek kahramanı...
Aile sırlarını  telefonla bildirmekle yükümlü memur doktor zihniyetinin yerleştiği şu günlerde, bekaret kontrolü yapan erkek doktorun kurt gibi bekleyen ailenin değil de, esnek kızlık zarı yüzünden aileye yem olmak üzere olan gelin kıza yardım etmesi de olası bir namus cinayetinin önlenmesi açısından iyiniyetli bir vurgudur...Kanlı çarşaf bekleyen ailelere önemli bir mesaj vardı ama bu beklentilerde olanların bu filmi görebilecek cesaretleri var mıdır orada durmalı...

Bir yerlerde bizi bekleyen birileri vardır...Bu özgürlüğe kaçış bölümünün de son noktası Lale’nin kadın öğretmenidir... Filmin başında ve sonunda var olarak , adeta bazı filmlere gönderme yapar gibi...Küçük kasabalardaki çocukların en zor anlarında yardımcısı gencecik ve idealist bir öğretmen....

Film, bize çok tanıdık bir konunun uluslararası bir bakış açıcı geliştirmiş ve çok kültürlü bir yönetmen tarafından ustaca işlenmesiyle salondaki seyircilerin büyük beğenisini topladı...kendisine sorulan soruları festivalin en popüler iki dili İngilizce ve Fransızca yanıtlayan, ayrıca Türkçe de cevap veren yönetmenin başarısı buradan gelmektedir... Dilleri ve kültürleri birikimleriyle çok güzel harmanlamıştır. Sakin, durgun, akıllı ve derin görüntüsü filmine yansımıştır...Çoğu sahne bir erkek yönetmen elinde hırçınlaşabilecekken, o genç kız naifliğini ortaya koyarak doğal beden çıplaklıklarını estetiğe dönüştürmüştür. Silahlara, bıçaklara kan bulaştırmadan ölümün kanayan yarasını ortaya dökmüştür...Diyalogları uzatmadan, argoya kaçmadan ve anlaşılmazlık oyunu oynamadan yalın bir dil kullanmıştır...Filmin renkleri, ışığı kadınsı dokunuşun zerafetini taşırken, filmin müziği ile bir parça sert rüzgarlar estirmiştir...Filmi cesur buldum...Filmi başka buldum... direkt Türkiye’nin içinden buldum...Türkiye’nin uzağında yetişip, başka ülkelerde yaşayan ama onu içindeki insandan daha naif, daha batılı, daha anlaşılır, daha seyredilebilir, daha sinema diliyle, daha seçkin anlatmak yönetmenin birikimin ve bakış açısının derinliğinin bir göstergesi geldi bana...

Yazmadan önce eleştirilere bakayım dedim...Seyreden yabancı sinema yazarları çok olumlu izlenimlerde bulunmuşlar...Dilerim yolu açık olur ve bu ilk uzun filmiyle bir ödül alır...

Filmin birbirinden güzel, alımlı, saygılı genç oyuncularını (Gunes Nezihe Şensoy,Doğa Zeynep Doğuşlu,Tuğba Sunguroğlu, Elit Işcan, Ilayda Akdoğan)yürekten tebrik ediyorum. Yönetmenle beraber seyirci karşısına çıktıklarındaki olgun tavırları, kırmızı halı efsanesinde başları dönmemiş halleri yönetmenin ne kadar doğru bir oyuncu kadrosu ile çalıştığının bir göstergesi olmuş...Birbirinden yetenekli beş genç kızımızın ilerde farklı filmlerde boy göstermeleri şimdiden beni heyecanlandırdı bile.

Masumiyet, Kuma, Çoğunluk filmlerinden hatırladığım Nihal Koldaş abartmadan oynadığı babaanne ve yine geçen sene Kış Uykusu ile Cannes seyircisinin tanıştığı Ayberk Pekcan amca rolleriyle genç oyuncuların ışıklarını adeta daha da parlatarak yansıtıyorlardı. Filmin sempatik kahramanı Burak Yiğit’i de bundan sonra takip edeceğim oyuncular arasına alıyorum...

Film, bir türlü dışa vuramadığımız kadınsal bir başkaldırının, özgürlük arayışının en önemlisi isyanla yeşeren bir umudun sesi...Ağaçları ve kahkaha atan kadınları sevilmeyen bir memleketin küçük kızlarının kadınlığa geçiş hallerinin kızlık testine tabi tutulan masaya yatırılmakla aslında  insanlık testine tabi olması gereken bir topluma bakılmasının yalın, düz ve biraz da sorgular hali...

Biraz sen, biraz ben, biraz o....
Biraz yanımda oturan yirmi beşlerindeki kadının anımsadığı genç kız intiharlarını anlatan film, biraz arkadaki genç kızın kadından öğrenip  mırıldanmaya başladığı şarkı...          

“Biliyorum seni saran o çemberi
Biliyorum özgürlük emek ister...”

Kırklarımın ortasına yaklaşan halimin biraz korkuları, biraz hayal kırıklıkları, biraz yorgunlukları, biraz gözyaşları, biraz direnmeleri, biraz isyanları ve aslında en çok da biraz belki de bir çok.... her şeye rağmen umutları....en çok da hep hayalindeki arabasının adı...ama en kırmızı olanı....Mustang...

Umutla Başkaldıran Özgürlük için...kadına...kadınca....






SunA.K.

Grasse-19.05.2015
Önemli Not....Tırnak işareti içindekiler Bulutsuzluk Özlemi’nin “Yol” albümünde yer alan “Özgürlük Emek İster “şarkısının sözlerinden alıntılardır...





   




KIŞ UYKUSU


16.5.14

KIŞ UYKUSU

KIŞ UYKUSU FİLMİ ÜZERİNE GENEL BİR YAZI YAZMADAN ÖNCE KİŞİSEL HİSLERİM...
 

Acılarım o kadar taze ki...üst üste yaşadığım kayıplar film seyretme heyecanıma gölge düşürmüştü....tam kül basayım dediğim zamanlarda da memleket acıları ekleniyor yüreğime...

soma ile başladı film...orada filmin kadrosunda da filmi izleyenlerde de somanın hüznü vardı...

bazen elden bir şey gelmediği zamanlar vardır...gülümsemek zorunda olurken bile için için yas tutmak...yönetmen ve oyuncuların tebessümlerine yansıyan buydu...

nuri bilge ceylan büyüklüğünü, ustalığını ve her seferinde kendini aşmayı başardığını bir kez daha gösterdi...

filmin gizli kahramanı bence ebru ceylan' dı...senaryo ve yapımdaki varlığı o kadar belirgin ki...

iyi ve başarılı bir yapımcı ile yol alıyor NBC, zeynep ozbatur atakan...

haluk bilginer için yazabileceğim kelimeler yetersiz kalabilir...sahnede devleşen hem de öyle böyle değil 
kocaman olan bir oyuncu...onu izlemek bir ayrıcalık...

demet akbağ içindeki kadınları çıkarttıkça ona hayranlığımızı artırıyor..o kadar yaşatıyor ki rollerini, bugünkü kırmızı kıyafeti içindeki zerafeti de örnek olacak nitelikteydi...

melisa sözen  genç ve olgun… şimdiye kadar izlediğim tüm film ve dizilerinde karşısındaki oyuncuya değer katan bir tavrı var…güzel gözleri o kadar anlamlı bakıyor ki…

serhat  kılıç, kızlarımın Salı gününü iple çektikleri dizinin ergun plağı…hamdi hoca kimliğini o kadar inandırıcı giyinmiş ki, onu hayranlıkla izleyen kızlarım bu halde görseler tanımazlardı..

nejat işler…oyunculuğuna ve hayata olan tavrına defalarca yazı yazdığım…onu hayata tutunmuş görmekten büyük mutluluk olamazdı bizlere…kısacık rolüyle filme ruhunu katmıştı yine…

ayberk pekcan, onun ilk kez bir filmini izliyor olmayı kayıp haneme yazdım ama dizilerden aşinayım oyunculuğuna…bulunduğu sahnelere hareket getirmiş…

tamer levent,  tiyatrocuların sinema yapması gerek hissini defalarca uyandıran ve haluk bilginer ile olan sahnelerindeki konuşmalar hiç bitmesin dedirten …

mehmet ali nuroglu,  sevdiğim bir dizinin yürekli kahramanı olarak tanıdığım oyunculuğunu diye her zaman ben de özel yeri olacak oyunculardan…kısa bir roldü fakat anlamlı bir karaktere hayat verdi ki…tam üstüne biçilmişti..

nadir sarıbacak  ilk defa dikkatimi çeken ve son sahnelerde filme kattıklarıyla akla kazınan

nuri bilge ceylan filmlerinin görüntü kalitesi ve büyülü ruhunda görüntü yönetmeni gökhan tiryaki’den bahsetmeden geçmek olmaz diye düşünüyorum…yönetmenle iklimlerle başlayan birliktelikleri devam ettikçe ortaya çıkan başyapıtların sayısı artıyor…

İKİ yıl sonra yeniden bir nbc filmi seyrettim cannes’da…ik filmi kasaba harici tüm filmlerini cannes’da seyretme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum…

Artan diyaloglar, uzayan süreler ve sürekli çıtayı yükselten mükemmel oyuncularla yine doyumsuz ve defalarca seyredilecek bir film yapmış… festival filmi için hayli riskli uzun süresi, kısıtlı gösterimine rağmen çok yoğun ilgi aldığını gözlerimle gördüm…

Ve galiba NBC,  film uzunluğunu 3 saatten 5 saate çıkarsa bile o sinema koltuğuna çakılarak ve nefessizce izleyeceğimi biliyorum…çocukları birine bırakabilseydim…murat'ın peşine takılıp la licorne sinemasındaki 21 seansına da girerdim…ki şimdide ağustostaki vizyon tarihini beklemeye başladım…

Arasına ayraç koyarken hayallere daldığım rus romanları gibi uzun, kışın kasvetli ruhunu pencere önünde yağan kara bakarak geçirdiğim çocukluğum gibi anadolu, gençliğime ve birazda benliğime yapışmış hayatın felsefesi soruları gibi ruhumdan bir parça,

biraz ben, biraz sen , biraz hiç, biraz çok diyecek kadar düşündürücü, zamanın donduğu, zamanın durduğu…nerede olursan ol içindekinin sen mi yabancı mı olduğunu arayıp duran…
zenginlik, fakirlik, af etmek, özür dilemek, kıskançlık, pişmanlık, adalet, asalet…
sıralamakla bitmeyecek kavramları hayatın ocağında pişirmek…

ocakta yanan paranın kokusu da , kokudan tiksinilerek açılan camdan gelen soğuk da, gar binasındaki sobaya değen elin canı yanması da tüm canlılığı ile bedenime geçti…o kar beni zaman zaman titretti, ikram edilen adaçayı kokusu burnuma geldi , film o kadar gerçekti ki…

sinema hayattan bir kare çaldı yine…sinema memleket özlemime derin bir çizgi çekip yüreğimdeki yaraların hafif hafif kabuklarını kanattı…sinema yine beni  içine aldı…

ruhun salıncakta sallanması gibi birşey…gözlerim yorgun, bedenim çökük, ama ruhum garip bir boşlukta sallanıyor…

güzeldi….

sadece olağanüstü güzel…  

SunA.K.