MUSTANG FILMI
YA DA ÖZGÜRLÜK EMEK İSTER....
Sabah seyrettiğim filmden
sonra aklıma gelenlerden ilk şey bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı oldu...
Bir zamanlar kendime film
sever diyebilirdim. Şimdi ancak fırsat buldukça ve böyle festival zamanları
sinemada izleyebiliyorum filmleri...Türk
sineması çok uzağımda, DVD si çıkan filmlerden haberdar oluyorum o da aylar
sonra. Ve bir de buralarda gösterilirse...
Deniz Gamze Ergüven’nin
“Mustang” filminin 68. Cannes Film Festivali’nde gösterileceğini öğrenmem bile
o kadar geç oldu ki. Her sene kendinden bir tortu kalıyordu galiba festivalde
bende.. Her seferinde gidilemeyen filmler ve sokakları yayılan yaklaşık iki
haftalık sinema kokusunun ardından kendi içine çekilen sıcak bir şehir olarak
bana el sallıyordu Cannes...O kışın deniz kokusunu burnumda tüttüren masum ve
modern bir balıkçı kasabası kostümünden sıyrılıp, en parıltılı gece
kıyafetlerini giyindikçe kokusu sinemaya dönüyordu...Artık deniz bile sinema
kokuyordu Mayıs ortasında... Cannes benim için gel-git lerin ve gelen
gidenlerin bir kelime oyunu gibidir... Gelenler gider ve yine o denizin
görünmeyen gel-git leri kalır bana...
Bu sabah içimdeki koyu
yalnızlığı otobüse bindirip yola koyuldum. 5.45’de kalkıp 7.00’de otobüse binip
, 7.50’de sinema sırasına girince Cannes ile göz göze gelemedik bile...Kahve ve
croissant (kruvasan) kokuları arasında sinema hayallerine dalarken kuyruktaki
bilindik sohbetlerdeydi kulağım...
Theatre Croissette’de
9.00’da gösterimi vardı ve belki de ben ilk defa bir filmi seyretmeden önce hakkında hiç bir
araştırma yapmadan izleyecektim...Sadece sıradayken okuduğum bir iki şey
vardı...Bir yazıda “The Virgin Suicides
“ filmine göndermeler yapmıştı...Yine de kafamı karıştırmadan içeri girdim ve
yerime oturdum...
Yanımda yirmibeş
yaşlarında İstanbul’dan gelmiş bir genç
kadın, hemen onun arkasında da onyedi yaşında yine Türkiye’den küçük bir
şehirden gelmiş bir genç kız vardı, kırklı yaşlarımın ortalarına yaklaşırken
onları artık biraz buraların yaşam tarzına alışmış olarak ağırladığımı fark
ettim.
Film küçük bir Karadeniz
kasabasında okulun kapanmasıyla başladı. Sonra filmin kahramanları ile
tanıştık...Anne ve babalarını küçük yaşta kaybeden beş genç kız...Sonay, Selma,
Ece, Nur ve Lale... Babaanneleri ve
amcaları ile beraber bahçeli bir evde oturuyorlar.
Yanımdaki genç kadın
tanıdık bir şarkı mırıldanıyor...
“Simdi bir kıyıda durmus
Uzaklara bakmaktasın
Heyecanlısın
Okyanuslar bilinmez
Ürkütebilir seni
Uzat elini
Hayat her gün yeniden baslar
Aç güzelim saçını
Savursun rüzgar
Aç güzelim saçını
Güneş parıldatsın”
“Biliyorum seni saran o çemberi
Biliyorum özgürlük emek ister...”
Uzaklara bakmaktasın
Heyecanlısın
Okyanuslar bilinmez
Ürkütebilir seni
Uzat elini
Hayat her gün yeniden baslar
Aç güzelim saçını
Savursun rüzgar
Aç güzelim saçını
Güneş parıldatsın”
“Biliyorum seni saran o çemberi
Biliyorum özgürlük emek ister...”
Arkamdaki genç kız
ilk sahnelerdeki denizde oyun oynama görüntülerine çok yabancı...O bozkırlardan
gelme...Yaşları 12-16 arası değişen beş genç kızın okuldan erkek arkadaşları
ile denizde oynamaları,
şakalaşmaları...Kırklı halim bu görüntüleri görmeye o kadar alışık
ki...Burada yazın gittiğim her plajda böylesi kahkahalar yükselir gençlik
eğlencelerinden...
Komşularının
bahçesinden elma aşıran genç kızların kahkahalar atarak evlerine
yaklaşmaları....Bir göz hakkıdır oysa köylük yerlerde gelip geçenin canı
çektikçe bir iki elma koparmaya hakkı vardır...Ama bu kızların kahkahaları ve
tatili gülerek karşılamaları hoş karşılanmaz....her yerde olabilecek zalim
komşular vardır...kendi yaşam tarzlarını dayatmaya çalışan ve en çok da
gülmekten dolu dolu kahkahadan rahatsız olan insanlar....Böyle bir komşunun
şikayeti ile başlar...Ardından babaanneleri ve amcaları tarafından namus
kalıplarına bastırılırlar...Erkeklerin omuzlarına çıktıkları için bekaret
kontrolü ile ispatlamak zorundadırlar bir şey yapmadıklarını...Yaşları gereği
deli akan kanları, taze vücutları ve aşık olma potansiyelleri hep suçtur onlar
için...
Ne kadar tanıdık
dedi on yedisindeki...Küçük yerlerde güldüğümüz zaman elimizi kapatırdık
ağzımıza, bacaklarımızın birleştirilerek oturma tarzı bile aynıdır büyüklerin
yanında...susardık, içimizdeki deli kan akmasın diye de onlarca uyarı
alırdık...
İstanbul’dan gelen
genç kadın şimdinin veya eskinin bir farkı da yok dedi...daha çocukken
kadınlığımızı hapsediyorlar. En acısı da bunu yine kadınlar yapıyor bize.. Annelerimiz,
ablalarımız, Komşularımız...Gülmeyi unutan kadınlar, gülmeye meyilli kız
çocuklarını kırpıp kırpıp somurtkan yapıyorlar...
Kırmızı kanın
rengi, dudağındaki rujun rengi kana çalarsa senin kanın akıtılmalı...Kırmızı
ruju televizyonda gördükleri sunucuların dudağında yadırgamayan ama yan komşusu
pazara giderken sürdüğü için ona binlerce iftira atabilecek potansiyel bir
kadın düşmanı var içimizde...
Yönetmen
senaryosunda ne ağdalı bir edebiyat yapmış, ne uzun diyaloglara gitmiş...Her
şeyi görüntülerle yalın ama çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş...Erkeklerin
omuzuna çıktıkları için bekaret testine gönderilen kardeşlerin en küçüğü Lale,
oturdukları sandalyeyi yakmaya çalışırken o kadar isyankar bir dildeydi ki...Çakmak
çakmak gözleri ile oyunculuğun yaşamak olduğunu vurgularcasına küçük yaşında
büyük işler yapıyordu...Küçük Kadınların dokunduğu her şey yasaktı...
Özgürlükleri bir
eve hapsedilerek alınan kızlar evdeki teyzeler, halalar yardımıyla klasik ev
kadını hamuruna dönüştürülmeye çalışılıyordu...Büyük kız aşkının peşindeydi,
bir küçüğü tanımadığı biriyle evlenecek kadar başka dünyada, bir diğeri kendini
istemeye gelenlere inat sokakta gördüğü ilk gence kendini teslim edecek kadar
umutsuz, en küçüklerden biri evlilik sırasının kendinde olmasına bile isyan
etmeyecek kadar çocuk...ve Lale en küçükleri... Ta başından beri hep isyankar, hep özgürlük
düşkünü, hep meraklı...Ailenin kara koyunu...Belki de küçük kara balığı....
Kızlar ev işleri
öğretme fabrikasındaki vardiyalarını tamamladıktan sonra, birbiri ardına
evlendirilmek üzere sıraya sokulurlar...
Babaanne biraz
amcanın etkisiyle, biraz kendi güçsüzlüğünden yeterince arkasında duramaz
torunlarının...
Onları eğlenceli
kılan, onlara cinselliği çağrıştıran, onlara küçük kasabada laf getirebilecek
her eşya, her hareket ve her kıyafet yasaktır...Ev demir parmaklıklarla adeta
bir hapishanedir...telefon, bilgisayar yasaktır...Tek tip ve karanlık renkli
kıyafetlere mahkumlardır...
Filmin her
detayını, her karesini uzun uzun yazmak seyretmeyenlere haksızlık olacak...
Ama şu şartlarda
memlekette gösterimi ne zaman olur kocaman bir soru işaretidir... Bir Fransız
filmi olarak oynatılsa yaş sınırı 18 ile gösterime girilebilir...Ama bir Türk
filmi olarak, ki kadın kahkahalarına bile tahammülü olmayan bir toplumun genç
kızların ev hallerine ne kadar tahammülü olacakları da bizim toplumun imtihan
meselesidir...
Yönetmen filmin
gösteriminden sonra sinemadaki seyircilerin sorularını yanıtlarken bir konunun
altını çizdi...Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkı verilme tarihi otuzlu
yıllardaydı dedi...Çoğu Avrupa kadınından önce seçme seçilme hakkına sahip olan
Türk Kadını kendi hayatını seçme özgürlüğüne ne derecede kavuşmuştur bu büyük
bir soru işaretidir...
Filmin bekaret testi
sahneleri, evlilik gecesinin ertesi sabahı yaşanan kanlı çarşaf hadiseleri
oradaki seyirci için şaşırtıcıydı...Cinselliği bu anlamlarla yaşamayan ve
yaşatmayan sinemadaki Fransız toplumuna kırmızı kurdelanın anlamını da
açıklamak yorucu olacaktı...Biz namus kavramını sadece kız çocuklarımızın bacak
aralarına sıkıştırmaya çalışıyoruz... O yüzden o kadar çocuk kadınımız var
ki...İşte bunu anlatmak da zordu...Evlilik yaşı diye bir şey diye sordu
seyircilerden biri...Evet resmi olarak var ama gayri resmi olarak o kadar çok
çocuk gelinimiz var ki...
Bir yara daha
tuzun acısıyla kanıyor...Hiç görülmeyen bir taciz sahnesi vardı ki...İşte
yönetmenin de inceliği buradaydı...Kadınlığın anlatım zenginliği girmişti
devreye...ne bir açık sahne, ne vahşi bir sevişme....Küçük bir kız çocuğunun
sessiz çığlığı ile aileleri tarafından taciz edilen çocukların gözyaşları da
iniverdi perdeye...
Yanımdaki genç
kadın, arkasındaki kıza mendil uzatıyordu...hepimizin gözleri kıpkırmızı
olmuştu ağlamaktan, bir silah sesiyle irkilen bedenlerimiz ortanca kızın beyaz
kefene sarılı halini gördükçe daha da isyan etti...kefenlerini giyinip siyaset
yarenliğine soyunan er adamların komik halleri geliverdi gözümün önüne...onlarin o komik hali bir
genç kız bedeninin kefene sarılmış halini görmek gerçeğinden ne kadar uzak, ne
kadar yalancı...
Filmin futbola da
selamı vardı...Kadın taraftarların tribünleri renklendirdiği erkek dünyasına
nazik bir dokunuş...Bir kız çocuğunun futbol sevgisinin yaprak sarmasi ile
törpülenme hali...Çünkü kız çocukları bez bebeklerle büyürler...ve meşin top
sevdası pipisi kesilirken düğünler yaptığımız erkek evlatlarımızın yegane
gururudur...
Eski Yeşilçam
filmlerinde kızların karşısına çıkan ve onları kötü emellerine alet eden kamyon
şoförleri olur bazen.. Bizim hikayemizdeki Yasin, yüzünün karasına inat
kalbinin beyazlığı ile Lale’nin biricik kahramanı oluyordu...Kızları futbol maçına
götüren, araba öğrenmeye inat eden Lale’ye ilk direksiyon dersini veren ve
geride kalan kızlardan ikisini bilinmez de olsa bir parçalık özgürlüğe kavuşturan
yola ulaştırıp içimize su serpen filmin en iyi erkek kahramanı...
Aile
sırlarını telefonla bildirmekle yükümlü
memur doktor zihniyetinin yerleştiği şu günlerde, bekaret kontrolü yapan erkek
doktorun kurt gibi bekleyen ailenin değil de, esnek kızlık zarı yüzünden aileye
yem olmak üzere olan gelin kıza yardım etmesi de olası bir namus cinayetinin
önlenmesi açısından iyiniyetli bir vurgudur...Kanlı çarşaf bekleyen ailelere
önemli bir mesaj vardı ama bu beklentilerde olanların bu filmi görebilecek cesaretleri
var mıdır orada durmalı...
Bir yerlerde bizi
bekleyen birileri vardır...Bu özgürlüğe kaçış bölümünün de son noktası Lale’nin
kadın öğretmenidir... Filmin başında ve sonunda var olarak , adeta bazı
filmlere gönderme yapar gibi...Küçük kasabalardaki çocukların en zor anlarında
yardımcısı gencecik ve idealist bir öğretmen....
Film, bize çok
tanıdık bir konunun uluslararası bir bakış açıcı geliştirmiş ve çok kültürlü
bir yönetmen tarafından ustaca işlenmesiyle salondaki seyircilerin büyük
beğenisini topladı...kendisine sorulan soruları festivalin en popüler iki dili
İngilizce ve Fransızca yanıtlayan, ayrıca Türkçe de cevap veren yönetmenin
başarısı buradan gelmektedir... Dilleri ve kültürleri birikimleriyle çok güzel harmanlamıştır. Sakin, durgun, akıllı ve derin görüntüsü
filmine yansımıştır...Çoğu sahne bir erkek yönetmen elinde
hırçınlaşabilecekken, o genç kız naifliğini ortaya koyarak doğal beden
çıplaklıklarını estetiğe dönüştürmüştür. Silahlara, bıçaklara kan bulaştırmadan
ölümün kanayan yarasını ortaya dökmüştür...Diyalogları uzatmadan, argoya
kaçmadan ve anlaşılmazlık oyunu oynamadan yalın bir dil kullanmıştır...Filmin
renkleri, ışığı kadınsı dokunuşun zerafetini taşırken, filmin müziği ile bir
parça sert rüzgarlar estirmiştir...Filmi cesur buldum...Filmi başka buldum...
direkt Türkiye’nin içinden buldum...Türkiye’nin uzağında yetişip, başka
ülkelerde yaşayan ama onu içindeki insandan daha naif, daha batılı, daha
anlaşılır, daha seyredilebilir, daha sinema diliyle, daha seçkin anlatmak
yönetmenin birikimin ve bakış açısının derinliğinin bir göstergesi geldi
bana...
Yazmadan önce
eleştirilere bakayım dedim...Seyreden yabancı sinema yazarları çok olumlu
izlenimlerde bulunmuşlar...Dilerim yolu açık olur ve bu ilk uzun filmiyle bir
ödül alır...
Filmin birbirinden güzel, alımlı, saygılı genç oyuncularını (Gunes Nezihe Şensoy,Doğa Zeynep Doğuşlu,Tuğba Sunguroğlu,
Elit Işcan, Ilayda Akdoğan)yürekten tebrik
ediyorum. Yönetmenle beraber seyirci karşısına çıktıklarındaki olgun tavırları,
kırmızı halı efsanesinde başları dönmemiş halleri yönetmenin ne kadar doğru bir
oyuncu kadrosu ile çalıştığının bir göstergesi olmuş...Birbirinden yetenekli
beş genç kızımızın ilerde farklı filmlerde boy göstermeleri şimdiden beni
heyecanlandırdı bile.
Masumiyet, Kuma,
Çoğunluk filmlerinden hatırladığım Nihal Koldaş abartmadan oynadığı babaanne ve
yine geçen sene Kış Uykusu ile Cannes seyircisinin tanıştığı Ayberk Pekcan amca
rolleriyle genç oyuncuların ışıklarını adeta daha da parlatarak
yansıtıyorlardı. Filmin sempatik kahramanı Burak Yiğit’i de bundan sonra takip
edeceğim oyuncular arasına alıyorum...
Film, bir türlü
dışa vuramadığımız kadınsal bir başkaldırının, özgürlük arayışının en önemlisi
isyanla yeşeren bir umudun sesi...Ağaçları ve kahkaha atan kadınları sevilmeyen
bir memleketin küçük kızlarının kadınlığa geçiş hallerinin kızlık testine tabi
tutulan masaya yatırılmakla aslında
insanlık testine tabi olması gereken bir topluma bakılmasının yalın, düz
ve biraz da sorgular hali...
Biraz sen, biraz
ben, biraz o....
Biraz yanımda
oturan yirmi beşlerindeki kadının anımsadığı genç kız intiharlarını anlatan film,
biraz arkadaki genç kızın kadından öğrenip
mırıldanmaya başladığı şarkı...
“Biliyorum seni saran o çemberi
Biliyorum özgürlük emek ister...”
Biliyorum özgürlük emek ister...”
Kırklarımın ortasına yaklaşan halimin biraz korkuları, biraz hayal
kırıklıkları, biraz yorgunlukları, biraz gözyaşları, biraz direnmeleri, biraz
isyanları ve aslında en çok da biraz belki de bir çok.... her şeye rağmen umutları....en çok da hep hayalindeki
arabasının adı...ama en kırmızı olanı....Mustang...
Umutla Başkaldıran
Özgürlük için...kadına...kadınca....
SunA.K.
Grasse-19.05.2015
Önemli
Not....Tırnak işareti içindekiler Bulutsuzluk Özlemi’nin “Yol” albümünde yer
alan “Özgürlük Emek İster “şarkısının sözlerinden alıntılardır...