Bu lokantaya ilk gelişimde
neredeyse kapıdan yuvarlanarak girmiştim. Kapıyı açmamla öyle gürültü yayılmıştı
ki etrafa, korkuyla tökezlemiş ve yere yuvarlanmıştım.
-Abi bir şey oldu mu?
-Yok, yok iyiyim.
Ancak ayağa kalkıp üzerimi
silkelerken yüzüne bakmıştım beni yerden ayağa kaldıran genç delikanlının.
Aslında başka şeye şaşırmıştım ama kafasındaki aşçı şapkasının komikliğiyle
kahkahayı basmıştım.
Uzun yıllardır yaşadığım bu
Avrupa şehrinin tren garının karşısındaki lokantada çalışan şu genç delikanlı
benim Türk olduğumu nereden anlamıştı. Tamam geldiğim yer sonuçta bir Türk
lokantasıydı ama sarı saçlarım ve yeşil gözlerimle karşılaşan insanlar benim
hangi ülkeden olduğumu şıp diye anlayamazlardı.
Sahi bana Türkçe seslenmişti
değil mi? Yoksa ben yine dilleri karıştırıp her zaman duymayı istediğim gibi mi
anlamıştım kelimeleri.
Neredeyse doğduğumdan beri yurt
dışında yaşamış olsam da, kendi dilime karşı ayrı bir sevgim vardır. Rahmetli
babam konsolsoluktan emekliydi. Gerçi ben Ankara’da doğmuşum ama hayatım
boyunca gezdiğim ve yaşadığım ülkeleri saymaya kalksam vaktim yetmez.
Öğrendiğim yabancı dillerin sayısını da duyanlar hayrete düşerler bazen.
Babamın işi nedeniyle bulunduğumuz her ülkede ayrı bir anım, ayrı bir yaşamım
oldu. Çocukluğum, gençliğim, ilk aşkım, ilk evliliğim, hatta tek evladımın
doğumu bile başka başka ülke dillerinde anılarıma kazındı. Bazen ben bile
unuturum hangi dilde selam verdiğimi. Ama en çok da kendi dilimde uyanmayı
severim sabahları. Günaydın! diyerek.
Kendime gelir gelmez, sabah
kahvaltısı için uğradığımı hatırlıyordum buraya.
-Günaydın!
-Günaydın, Abi, Hoş Geldiniz.
-Nasılsın? Cemal, bırak artık siz
demeyi evladım bana.
-Abi büyüğümsün. Sen diyemem ayıp
kaçar.
-Tamam o zaman ne halin varsa
gör. Çorba var mı?
-Var Abi hemen getiriyorum.
Cemal bu defada kafasındaki beyaz
bir kasketle yine çok komik görünüyordu. Şu çocuğun kafasına göre bir şapka
bulamamışlardı. Üzerindeki beyaz giysiler, lokantanın beyaz fayansları, beyaz
masalar o kadar tezattı ki onun kara saçları ile, belli ki o yoğun saç yığınını
kapatma ihtiyacındaydılar. Ya onun kendisi ya da patronları...
Onu ilk gördüğüm anda kafasında
duran aşçı şapkası kadar komik olmasa da, kıvırcık kara saçlarının kabarmasına
engel olamayan bu beyaz kasketle de gülünçtü hali. Ama sürekli kırpıştırdığı
siyah gözleri ile kendine sevimli bir ifade veriyordu. Yan masadakilerden hesap
almaya çalışırken alnından yüzüne doğru
damlayan boncuk boncuk terleri masadan uzaklaşınca mendiliyle sildi. Bu ülkenin
dilini hâlâ konuşamadığı içindi bunca sıkıntısı. Onu ilk gördüğüm anda da
düşüşüme Türkçe tepki vermesinin nedeni bu yüzdendi. O gün o kapıdan ben değil
de bu ülkenin vatandaşlarından biri de yere kapaklanarak girseydi yine aynı
sözler dökülecekti ağzından.
-Abi bir şey oldu mu?
Şimdi başka bir şekilde geliyordu
kulağıma ilk günküne benzer bir cümle...
-Abi bir şey mi oldu?
Bu biraz samimiyeti
ilerletmemizden, biraz da benim neredeyse artık her sabah ve her akşam yemek
yemek için yolumu buraya düşürmemden kaynaklanıyor. Çok olmadı, iki aydır gidip
geliyorum, ama şimdiden sanki lokantaya değil de kendi evime geliyormuşum gibi
hissediyorum. Tabii bunu en çok da Cemal’e borçluyum. Son iki aydır yaşadığım
sıkıntıları da yine bu masada dillendirdim, en çok da Cemal’e. Aslında Yaşar da
iyi çocuk ama o konuşmayı pek sevmediği için, yemeği önüme koyar koymaz
uzaklaşır masamdan. Ama Cemal öyle yapmaz. Mesela çorbamı getirdi, ilk yudumu
almamı bekler. Hani olur da beğenmezsem, amcasının oğlu olan aşçıya çatacak bir
bahane bulmuştur.
Burası Cemal’in amcasının
lokantasıymış. Amcasını sadece bir defa görmüşlüğüm var. Dediğine göre büyük
bir trafik kazası geçirdikten sonra kendini ibadete vermiş, pek insan içine
çıkmaz olmuş. Sadece bir sabah kolunda yaşlıca bir kadına tutunarak lokantadan
içeri girdiğinde gördüm onu, ben de sabah kahvaltımı yeni bitirmiştim o zaman.
Cemal içeriye giren kadın ve adamı koşarak karşılayıp, saygıyla ellerini
öptükten sonra, mutfaktan çıkan Seyfettin Abisinin gösterdiği masaya oturttu.
Bir çay içip, kasada duran diğer oğulları Kemalettin’in getirdiği bir iki resmi
kağıdı imzaladıktan sonra geldikleri gibi yavaş yavaş gittiler. Olup biteni
onlar gittikten sonra Cemal anlattı bana. Lokanta hâlâ amcasının üzerineymiş
de, bir iki imza gerekiyormuş da...
-Çorban geldi Abi, dalgınsın
bugün?
İlla ki öğrenecek derdimi. Bazen
şeytan tüyü olduğunu düşünüyorum bu çocukta, neredeyse iki aydır diğer masalara
da servis yapmayı ihmal etmeden hayatımda ne var ne yoksa öğreniverdi bir
çırpıda. Oğlumun karısından ayrılacak olmasına dertlendiğimi ve gelinimin
torunumla beraber İstanbul’a döneceklerini daha ilk hafta öğrenivermişti
benden. Emekli olacağıma üzüldüğümü de anlatıvermiştim sonra. Altı ay sonra
kırk yıllık çalışma hayatımı noktalayarak emekli olarak köşeme çekileceğim.
Gerçi çeviriler yaptığım yayınevi benim bir süre daha işe devam etmemi istiyor
ama ben çok yoruldum. Biraz dinleneceğim.
-Evet dalgınım, kusura bakma,
hatırını da soramadım. Sen nasılsın bugün Cemal?
-İyi diyelim iyi olalım Abi.
Çok sık duyulmazdı böyle karamsar
sözler Cemal’in ağzından. Onda da bir gariplik vardı bugün. Sahi ben ona zaten
gelir gelmez sormuştum “nasılsın?” demeyi. Cevabını kendisinin de
bilmediğindenmiş yanıtsız bırakması beni. Hay Allah ne oldu şimdi bu çocuğa.
Memleketten kötü bir haber mi aldı? Yoksa çocuklarına mı birşey oldu? Şimdi de
ekmekleri getirmeye gitti, gelince konuşturmalı, öğrenmeli derdini...
Önce o anlatmaya başlamıştı
tanıştığımız ilk günlerde. Nasıl başladığını hatırlamadığım bir konuşmanın
ortasında bir romana sığabilecek bir hayattan bahsetmişti.
-Bak bu benim ortanca oğlanın
sünnet resmi.
-Ortanca kız değil miydi?
-Yok Abi karıştırıyorsun sen, kız
büyük...
-Eee küçük oğlanı ne zaman sünnet
ettireceksiniz.
-Abi onu doğar doğmaz kestirdik
hastanede, sorun mu varmış ne.
-Kaç yaşındalar seninkiler?
Cüzdanından bir bir fotoğrafları
çıkartmaya başladı. İlk karım, oğlumun annesi sen ne biçim adamsın derdi bana
bu huyumu bildiğinden. Karşısımda kim olursa olsun, konuşmaya başlayınca birden
o oluveririm sanki. Ortamına göre şivem değişir, aksanım farklılaşır, yüzümdeki
mimikler bile karşımdakini taklit eder. Cemal’le konuşurken de böyle
oluveriyordu. Suratımdan altmışbeş yaşındaki halim gidiyor, Cemal’in
gülümsemesine ayak uydurmaya çalışan otuzlarında bir orta Anadolu kasabalısı
delikanlı geliyordu yerine. Konuşmamda da yer yer kısa bir müddet yaşadığım
küçük Orta Anadolu şehirlerinden birinin keskin şivesi belirginleşiyordu.
-Aynı benim gibi konuşuyorsun Abi
şimdi, derdi Cemal böyle zamanlarda.
Büyük kızı şimdi oniki
yaşındaydı. Bu çocuk onsekizinde babalığı öğrenmişti. Kendi onsekizimi
düşündüm. Şam’daydık o yıllarda, bıyıklarım terlemeye başlamış, okulumuzdaki
bir Fransız kızına aşık olmuştum. Cemal onsekizinde bir bebeği almıştı kucağına
baba sıfatıyla. Ortanca oğlan sekiz, en küçük oğlan ise dört yaşındaydı.
Neredeyse bir yıldır görmüyordu çocuklarını.
-Abi ben buraya biraz para biriktireyim
diye gelmiştim. Benim hikayem biraz karışık, sıkmayayım seni.
İlk karımdan, oğlumun annesinden
uzun zaman sonra ilk kez telefon aldığım günün akşamına denk gelmişti onun
öyküsünü dinlemeye başlamam. O telefonun etkisiyle moralim bozulmuştu ve akşam
yemeğinin yanına hiç de adetim olmadığı halde bir duble rakıyı eşlikçi
seçmiştim. Sonra yemek de, sohbet de uzamıştı. Gelen giden de pek olmayınca
önceleri ayakta bana laf yetiştiren Cemal, ikimize de orta şekerli iki kahve
getirerek karşımdaki sandalyeye oturmuştu.
-Küçük oğlan üç aylıktı. Bizim
amca oğullarına uyup çıktım yollara. İş var dediler. Yeni dükkan açacağız
dediler. Gel çalış dediler. Sağ olsun kayınbabam da destek çıktı. Gülsüm’e,
çocuklara biz bakarız sen git biraz para kazan gel ev alırsın kasabada deyince,
bir turist vizesi ile geldim buralara.
Anlattıkça anlattı. Bir masal
gibi geliyordu anlattıkları. Gerçi bazen söylediklerini dinlemiyordum ama
meraklı gözlerim onun çenesini daha da açmıştı. Ben o anlatırken çoğunlukla ilk
karımı düşünüyordum. Bana bir takım kontrollerden geçmesi gerekli olduğundan
bahsetmişti. Tam anlamıyla hastayım dememişti ama sesi her zamankine nazaran
donuk geliyordu.
İşte o gün öğrenmiştim
hikayesinin büyük bir bölümünü. Turist vizesiyle geldikten sonra bir müddet
izinsiz çalışıyor, sonra Cemal de, amcaoğulları da kalmasının daha iyi
olacağını düşünce oturma izni almak için müracat ediyor ama başarılı olamıyor.
Dönmesi gerek ama hayal ettiği kadar para birikmiyor. Sonunda amca oğulları bir
çözüm buluyorlar, yanlarında çalışan kimsesiz olan bir garson kızla onu
evlendirmeye girişiyorlar. Nasıl oldu diye şaşırsam da,
-Yaa Cemal sen evli değil
miydin?sorusunun karşılığını hemen alıyorum.
-Abi nikâhımız yoktu.
İş böyle olunca ailesini bir
yangında kaybetmiş ve bulunduğumuz ülkenin vatandaşlığını kazanmış Macar olan
bu kızla yapılan anlaşmalı evlilik sayesinde, biraz zor da olsa oturma izni
almayı başarıyor. Ne var ki bu tür
evliliklere sıcak bakmayan ve yabancıların bu yolla pasaport sahibi olmaya çalıştıklarını
bilen görevliler onları rahat bırakmıyorlar ve evliliklerinin yasallığını
araştırıyorlar. Daha önceden bu tür
sahte evlilikler yapanların başlarına gelenleri çok iyi bilen amca
oğulları o işin de çözümünü çoktan bulmuşlar. Kızın eline biraz daha para
verip, lokantanın üç apartman ötesinde yalnız yaşadığı evine yerleştiriyorlar
Cemal’i. Böylece kız hem kirasının yarısı ödendiği için, hem de hali hazırdaki
işini kaybetmemek adına bir süreliğine bu evliliğe razı oluyor.
Aslında Cemal yakışıklı çocuk.
Kızı bugüne kadar hiç görmedim ama Türkiye’de karısı olmasa, çocukları olmasa
bu evlilikten bir aşk hikayesi bile doğabilirdi.
Bugün bir tuhaflık var bu oğlanın
üzerinde. Kendi derdini unutmuş bana nasıl olduğumu soruyor bir de. Çok iyi
değilim ama ben zaten kaç zamandır alacağım bu habere hazırlıyordum kendimi.
Bugün yine ilk karım aradı. Oğlumuz Tayfun altı aylığına Amerika’ya gittiği
için ona ulaşamamış. Beni de ilgilendirdiğini düşündüğünden ilk bana söyledi
hastalığını. Kontroller, tahliller falan derken hayli ileri durumdaymış. Hemen
bir ameliyat yapılması ondan sonra da acil olarak tedavilere başlanması
gerekiyormuş. Gerçi kız kardeşini aramış. İki güne kadar gelecekmiş İzmir’den
ama...Yıllardır gurbette yaşadığı bu koca şehirde yüzlerce arkadaşına rağmen
ilk bana söylemek istemiş korktuğunu. Tayfun yedi yaşındayken ayrıldık biz, bu
durumda nereden baksan otuz yıl olmuş ama hâlâ arada sırada telefonlaşır,
bayramlarda da oğlumun evinde biraraya geliriz. Şiddetli geçimsizlik demişti
hâkim ama hayret şimdilerde aramız iyi oldu yeniden. Üçüncü karımın ani
ölümünde bana en çok destek olanlardan biriydi. Başından üç evlilik geçmiş bir
adam demezsiniz beni görünce ama kader de varmış demek ki. İkinci karımı
sevgilisiyle elele gördüğümde daha evliliğimizin altıncı ayındaydık. Meğer
param için yanıma sokulmuş. Ama en çok üçüncü karımı sevmiştim. Onun da ikinci
evliliğiydi. Ben kırkbeş o kırk yaşındaydı tanıştığımızda, bundan beş yıl önce
bir uçak kazasında kaybettiğim günden beri onun anısına saygısızlık yapmadım.
Bu saatten sonra da ancak mezara giderim anılarımla. O kadar yabancı ülke
gördüm, o kadar yaşlı insan oldu çevremde ama bu kaderciliğim ve erken
yaşlanmışlığım ancak bizim memlekete özgü bir tavır sanki.
Lokanta pek kalabalık değildi.
Benim dışımda iki masada daha müşteriler var. Ama girip çıkıp pasta börek
alanlar, kahve ve çay içip çıkanlar da az değil. Burayı tıpkı memleketteki
sabah servisi de veren lokantalar gibi düzenlemişler. Benim gibi kahvaltı
düşkünü bir adamın bulabileceği her çeşit mevcut burada. Aslında sabahları
çorba içmeyi sevmem ama sabahın bir köründe aldığım telefondan sonra kendimi
sokağa atıp bir şeyler yeme ihtiyacı hissettim. Bugün işe öğlen gideceğim.
Şunun şurasında az zamanım kaldığı için bana iyi davranıyorlar. Öğlen yemeğinde
oğlumun annesi ile buluşacağız. Yok yok onu bu lokantaya davet etmedim. Onun
burayı bilmesini de istemem. Burası benim gizli mekanım olarak kalmalı. O ne
yapar ne eder Cemal’i de alır elimden. Önce kendi aramızda konuşacağız sonra bu
akşam oğlumuzu arayacağız, annesinin hastalığını ve ameliyatını bilmesi gerek.
Gelemez ama ben her gün ona bilgi vereceğim. Daha söylemedim ama ameliyat
sırasında ve sonrasında eski karımın yanında olacağım. Kardeşi gelinceye kadar
en azından, onu yalnız bırakamayacağımı anladım.
Çorbamı bitirdikten sonra
Cemal’le konuşmak için onu yanıma çağırdım. Benden başka kimse kalmadığı için
bir sigara yakıp yanıma oturdu. Üç senedir içmiyorum ama öyle bir tellendirdi
ki, sanki kendi derdimi de alır gibi oldu. Bir an canım istedi. Yok yok uzak
durmalı bu meretten.
-Eee Cemal anlat bakalım neler
oluyor?
-Abi hep aynı meseleler,
çocukları özledim
-Yok yok bu sendeki başka bir
dert.
-Bende dertler bitmez ki. Hani
benim buradaki sahte eşim var ya, motosikletle kaza yapmıştı bir hafta kadar
önce.
-Evet anlatmıştın hatırladım ne
oldu ona şimdi?
-O zamandan bu zamana düzelme
yok, hâlâ hastanede.
-Çok mu üzülüyorsun onun bu
durumuna?
-Çok üzülüyorum, hem de onu
bırakıp gidemeyeceğim için şimdi bu halde.
-Cemal sen bu kızı seviyor musun?
- Abi sevmek değil ama içimde bir
şefkat var ona karşı. Bunca zamandır bana hiç zorluk çıkarmadı. Hep kolaylık
gösterdi. Şimdi ne zamandır o hastanede yatıyorken benim canım da hiç bir şey
yapmak istemiyor. Hem doktorların dediğine bakılırsa sakat kalma ihtimali
varmış.
-Eee ne olacak şimdi?
-Valla bilemiyorum Abi bu durumda
benim memlekete gitme hayalim de hepten yatar.
-Ne diyorsun?
Bana uzun uzun anlatıyordu.
Memleketteki karısını ve çocuklarını ne kadar çok sevdiğinden, onları görmeyi
ne çok istediğinden, sonra hastanede yatan kızcağızdan, onun ne kadar iyi bir
kız olduğundan, onlar sahte evlilik yapınca bir sorun olmasın diye kızın yine
bir başka amcasının oğullarına ait markette çalışmaya başladığından
bahsediyordu....
Konuştukça konuşuyordu. Bir an kendi
derdimi unutmuş, Cemal için kara kara düşünmeye başlamıştım. Çok az bir zaman
sonra ilk karımla buluşacak ve onun anlatacaklarını dinleyecektim. Oradan iş
yerine gidecek Carla ve Franz’ın kâh şakaları, kâh ufak atışmaları arasında son
çevirimi yapmaya başlayacaktım. Bugün torunumu da aramalı. Gelinimle aramız iyi
değil ama, torunumu aradığımda onunla uzun uzun konuşmama ses çıkartmıyor.
Tayfun’u da yarın ararım artık. Bu akşam annesi ile konuşsun, ilk ondan duysun.
-Ah Cemal Ahhh
-İşte böyle Abi, dedi ve ayağa
kalktı.
Bir çay daha getirmeye yöneldi,
dur kalkacağım dedim. Artık her daim müşterileri olduğumdan hesapları akşamdan
akşama öder olmuştum, artık akşam gelince verirdim çorba parasını. Çaylara para
almazlardı oldum olası. Onlar lokantanın ikramıydı, Cemal’in çayın yanına sunduğu sohbeti ve her
daim yüzünden eksik etmediği gülümsemesi ise oranın ayrıcalığıydı...
Sokağa karışmadan, bir başka dile
kulak açmadan önce kendi dilimde veda cümlelerini sıraladım kapıdan çıkarken. O
kocaman demir kapı yine kulaklara zarar bir gürültüyle açıldı...Arkamı döndüm,
Cemal kısık kısık gülümsüyordu.
-Oğlum yağlayın artık şu kapıyı,
dedim sinirli bir şekilde.
-Tamam Abi söz yağlarız senden
sonra, diye arkamdan el salladı Cemal.
Ağır adımlarla yürüyordum. Ardımda
bıraktıklarım ve önüme çıkacaklarla konuşmaya, en çok da yaşamaya devam
edeceğim için tarifsiz bir sevinç vardı içimde.
Eylül Ilgaz