25 Mayıs 2016 Çarşamba

OYKU TADINDA



CEMAL VE  BEN

Şu kapıyı yağlamaları gerekli diye düşündüm yine. Üçüncü seferdir aynı şeyi düşünüyordum bu kapıdan her girişimde. Kışın her daim kapalı olan bu ağır demir kapıyı gürültü yapmadan açıp kapamayı beceremeyen tek ben değilmişim anlaşılan. Benden sonra giren genç çiftin kapının gıcırtısı karşısındaki şaşkın hallerine kendi düştüğüm durumları unutarak için için gülümsüyordum.

Bu lokantaya ilk gelişimde neredeyse kapıdan yuvarlanarak girmiştim. Kapıyı açmamla öyle gürültü yayılmıştı ki etrafa, korkuyla tökezlemiş ve yere yuvarlanmıştım.
-Abi bir şey oldu mu?
-Yok, yok iyiyim.

Ancak ayağa kalkıp üzerimi silkelerken yüzüne bakmıştım beni yerden ayağa kaldıran genç delikanlının. Aslında başka şeye şaşırmıştım ama kafasındaki aşçı şapkasının komikliğiyle kahkahayı basmıştım.
Uzun yıllardır yaşadığım bu Avrupa şehrinin tren garının karşısındaki lokantada çalışan şu genç delikanlı benim Türk olduğumu nereden anlamıştı. Tamam geldiğim yer sonuçta bir Türk lokantasıydı ama sarı saçlarım ve yeşil gözlerimle karşılaşan insanlar benim hangi ülkeden olduğumu şıp diye anlayamazlardı.
Sahi bana Türkçe seslenmişti değil mi? Yoksa ben yine dilleri karıştırıp her zaman duymayı istediğim gibi mi anlamıştım kelimeleri.

Neredeyse doğduğumdan beri yurt dışında yaşamış olsam da, kendi dilime karşı ayrı bir sevgim vardır. Rahmetli babam konsolsoluktan emekliydi. Gerçi ben Ankara’da doğmuşum ama hayatım boyunca gezdiğim ve yaşadığım ülkeleri saymaya kalksam vaktim yetmez. Öğrendiğim yabancı dillerin sayısını da duyanlar hayrete düşerler bazen. Babamın işi nedeniyle bulunduğumuz her ülkede ayrı bir anım, ayrı bir yaşamım oldu. Çocukluğum, gençliğim, ilk aşkım, ilk evliliğim, hatta tek evladımın doğumu bile başka başka ülke dillerinde anılarıma kazındı. Bazen ben bile unuturum hangi dilde selam verdiğimi. Ama en çok da kendi dilimde uyanmayı severim sabahları. Günaydın! diyerek.

Kendime gelir gelmez, sabah kahvaltısı için uğradığımı hatırlıyordum buraya.
-Günaydın!
-Günaydın, Abi, Hoş Geldiniz.
-Nasılsın? Cemal, bırak artık siz demeyi evladım bana.
-Abi büyüğümsün. Sen diyemem ayıp kaçar.
-Tamam o zaman ne halin varsa gör. Çorba var mı?
-Var Abi hemen getiriyorum.

Cemal bu defada kafasındaki beyaz bir kasketle yine çok komik görünüyordu. Şu çocuğun kafasına göre bir şapka bulamamışlardı. Üzerindeki beyaz giysiler, lokantanın beyaz fayansları, beyaz masalar o kadar tezattı ki onun kara saçları ile, belli ki o yoğun saç yığınını kapatma ihtiyacındaydılar. Ya onun kendisi ya da patronları...

Onu ilk gördüğüm anda kafasında duran aşçı şapkası kadar komik olmasa da, kıvırcık kara saçlarının kabarmasına engel olamayan bu beyaz kasketle de gülünçtü hali. Ama sürekli kırpıştırdığı siyah gözleri ile kendine sevimli bir ifade veriyordu. Yan masadakilerden hesap almaya çalışırken alnından  yüzüne doğru damlayan boncuk boncuk terleri masadan uzaklaşınca mendiliyle sildi. Bu ülkenin dilini hâlâ konuşamadığı içindi bunca sıkıntısı. Onu ilk gördüğüm anda da düşüşüme Türkçe tepki vermesinin nedeni bu yüzdendi. O gün o kapıdan ben değil de bu ülkenin vatandaşlarından biri de yere kapaklanarak girseydi yine aynı sözler dökülecekti ağzından.

-Abi bir şey oldu mu?

Şimdi başka bir şekilde geliyordu kulağıma ilk günküne benzer bir cümle...

-Abi bir şey mi oldu?

Bu biraz samimiyeti ilerletmemizden, biraz da benim neredeyse artık her sabah ve her akşam yemek yemek için yolumu buraya düşürmemden kaynaklanıyor. Çok olmadı, iki aydır gidip geliyorum, ama şimdiden sanki lokantaya değil de kendi evime geliyormuşum gibi hissediyorum. Tabii bunu en çok da Cemal’e borçluyum. Son iki aydır yaşadığım sıkıntıları da yine bu masada dillendirdim, en çok da Cemal’e. Aslında Yaşar da iyi çocuk ama o konuşmayı pek sevmediği için, yemeği önüme koyar koymaz uzaklaşır masamdan. Ama Cemal öyle yapmaz. Mesela çorbamı getirdi, ilk yudumu almamı bekler. Hani olur da beğenmezsem, amcasının oğlu olan aşçıya çatacak bir bahane bulmuştur.

Burası Cemal’in amcasının lokantasıymış. Amcasını sadece bir defa görmüşlüğüm var. Dediğine göre büyük bir trafik kazası geçirdikten sonra kendini ibadete vermiş, pek insan içine çıkmaz olmuş. Sadece bir sabah kolunda yaşlıca bir kadına tutunarak lokantadan içeri girdiğinde gördüm onu, ben de sabah kahvaltımı yeni bitirmiştim o zaman. Cemal içeriye giren kadın ve adamı koşarak karşılayıp, saygıyla ellerini öptükten sonra, mutfaktan çıkan Seyfettin Abisinin gösterdiği masaya oturttu. Bir çay içip, kasada duran diğer oğulları Kemalettin’in getirdiği bir iki resmi kağıdı imzaladıktan sonra geldikleri gibi yavaş yavaş gittiler. Olup biteni onlar gittikten sonra Cemal anlattı bana. Lokanta hâlâ amcasının üzerineymiş de, bir iki imza gerekiyormuş da...

-Çorban geldi Abi, dalgınsın bugün?

İlla ki öğrenecek derdimi. Bazen şeytan tüyü olduğunu düşünüyorum bu çocukta, neredeyse iki aydır diğer masalara da servis yapmayı ihmal etmeden hayatımda ne var ne yoksa öğreniverdi bir çırpıda. Oğlumun karısından ayrılacak olmasına dertlendiğimi ve gelinimin torunumla beraber İstanbul’a döneceklerini daha ilk hafta öğrenivermişti benden. Emekli olacağıma üzüldüğümü de anlatıvermiştim sonra. Altı ay sonra kırk yıllık çalışma hayatımı noktalayarak emekli olarak köşeme çekileceğim. Gerçi çeviriler yaptığım yayınevi benim bir süre daha işe devam etmemi istiyor ama ben çok yoruldum. Biraz dinleneceğim.

-Evet dalgınım, kusura bakma, hatırını da soramadım. Sen nasılsın bugün Cemal?
-İyi diyelim iyi olalım Abi.

Çok sık duyulmazdı böyle karamsar sözler Cemal’in ağzından. Onda da bir gariplik vardı bugün. Sahi ben ona zaten gelir gelmez sormuştum “nasılsın?” demeyi. Cevabını kendisinin de bilmediğindenmiş yanıtsız bırakması beni. Hay Allah ne oldu şimdi bu çocuğa. Memleketten kötü bir haber mi aldı? Yoksa çocuklarına mı birşey oldu? Şimdi de ekmekleri getirmeye gitti, gelince konuşturmalı, öğrenmeli derdini...

Önce o anlatmaya başlamıştı tanıştığımız ilk günlerde. Nasıl başladığını hatırlamadığım bir konuşmanın ortasında bir romana sığabilecek bir hayattan bahsetmişti.

-Bak bu benim ortanca oğlanın sünnet resmi.
-Ortanca kız değil miydi?
-Yok Abi karıştırıyorsun sen, kız büyük...
-Eee küçük oğlanı ne zaman sünnet ettireceksiniz.
-Abi onu doğar doğmaz kestirdik hastanede, sorun mu varmış ne.
-Kaç yaşındalar seninkiler?

Cüzdanından bir bir fotoğrafları çıkartmaya başladı. İlk karım, oğlumun annesi sen ne biçim adamsın derdi bana bu huyumu bildiğinden. Karşısımda kim olursa olsun, konuşmaya başlayınca birden o oluveririm sanki. Ortamına göre şivem değişir, aksanım farklılaşır, yüzümdeki mimikler bile karşımdakini taklit eder. Cemal’le konuşurken de böyle oluveriyordu. Suratımdan altmışbeş yaşındaki halim gidiyor, Cemal’in gülümsemesine ayak uydurmaya çalışan otuzlarında bir orta Anadolu kasabalısı delikanlı geliyordu yerine. Konuşmamda da yer yer kısa bir müddet yaşadığım küçük Orta Anadolu şehirlerinden birinin keskin şivesi belirginleşiyordu.
-Aynı benim gibi konuşuyorsun Abi şimdi, derdi Cemal böyle zamanlarda.

Büyük kızı şimdi oniki yaşındaydı. Bu çocuk onsekizinde babalığı öğrenmişti. Kendi onsekizimi düşündüm. Şam’daydık o yıllarda, bıyıklarım terlemeye başlamış, okulumuzdaki bir Fransız kızına aşık olmuştum. Cemal onsekizinde bir bebeği almıştı kucağına baba sıfatıyla. Ortanca oğlan sekiz, en küçük oğlan ise dört yaşındaydı. Neredeyse bir yıldır görmüyordu çocuklarını.

-Abi ben buraya biraz para biriktireyim diye gelmiştim. Benim hikayem biraz karışık, sıkmayayım seni.

İlk karımdan, oğlumun annesinden uzun zaman sonra ilk kez telefon aldığım günün akşamına denk gelmişti onun öyküsünü dinlemeye başlamam. O telefonun etkisiyle moralim bozulmuştu ve akşam yemeğinin yanına hiç de adetim olmadığı halde bir duble rakıyı eşlikçi seçmiştim. Sonra yemek de, sohbet de uzamıştı. Gelen giden de pek olmayınca önceleri ayakta bana laf yetiştiren Cemal, ikimize de orta şekerli iki kahve getirerek karşımdaki sandalyeye oturmuştu.

-Küçük oğlan üç aylıktı. Bizim amca oğullarına uyup çıktım yollara. İş var dediler. Yeni dükkan açacağız dediler. Gel çalış dediler. Sağ olsun kayınbabam da destek çıktı. Gülsüm’e, çocuklara biz bakarız sen git biraz para kazan gel ev alırsın kasabada deyince, bir turist vizesi ile geldim buralara.      
     
Anlattıkça anlattı. Bir masal gibi geliyordu anlattıkları. Gerçi bazen söylediklerini dinlemiyordum ama meraklı gözlerim onun çenesini daha da açmıştı. Ben o anlatırken çoğunlukla ilk karımı düşünüyordum. Bana bir takım kontrollerden geçmesi gerekli olduğundan bahsetmişti. Tam anlamıyla hastayım dememişti ama sesi her zamankine nazaran donuk geliyordu.

İşte o gün öğrenmiştim hikayesinin büyük bir bölümünü. Turist vizesiyle geldikten sonra bir müddet izinsiz çalışıyor, sonra Cemal de, amcaoğulları da kalmasının daha iyi olacağını düşünce oturma izni almak için müracat ediyor ama başarılı olamıyor. Dönmesi gerek ama hayal ettiği kadar para birikmiyor. Sonunda amca oğulları bir çözüm buluyorlar, yanlarında çalışan kimsesiz olan bir garson kızla onu evlendirmeye girişiyorlar. Nasıl oldu diye şaşırsam da,
-Yaa Cemal sen evli değil miydin?sorusunun karşılığını hemen alıyorum.
-Abi nikâhımız yoktu.
İş böyle olunca ailesini bir yangında kaybetmiş ve bulunduğumuz ülkenin vatandaşlığını kazanmış Macar olan bu kızla yapılan anlaşmalı evlilik sayesinde, biraz zor da olsa oturma izni almayı başarıyor.  Ne var ki bu tür evliliklere sıcak bakmayan ve yabancıların bu yolla pasaport sahibi olmaya çalıştıklarını bilen görevliler onları rahat bırakmıyorlar ve evliliklerinin yasallığını araştırıyorlar. Daha önceden bu tür  sahte evlilikler yapanların başlarına gelenleri çok iyi bilen amca oğulları o işin de çözümünü çoktan bulmuşlar. Kızın eline biraz daha para verip, lokantanın üç apartman ötesinde yalnız yaşadığı evine yerleştiriyorlar Cemal’i. Böylece kız hem kirasının yarısı ödendiği için, hem de hali hazırdaki işini kaybetmemek adına bir süreliğine bu evliliğe razı oluyor.

Aslında Cemal yakışıklı çocuk. Kızı bugüne kadar hiç görmedim ama Türkiye’de karısı olmasa, çocukları olmasa bu evlilikten bir aşk hikayesi bile doğabilirdi.

Bugün bir tuhaflık var bu oğlanın üzerinde. Kendi derdini unutmuş bana nasıl olduğumu soruyor bir de. Çok iyi değilim ama ben zaten kaç zamandır alacağım bu habere hazırlıyordum kendimi. Bugün yine ilk karım aradı. Oğlumuz Tayfun altı aylığına Amerika’ya gittiği için ona ulaşamamış. Beni de ilgilendirdiğini düşündüğünden ilk bana söyledi hastalığını. Kontroller, tahliller falan derken hayli ileri durumdaymış. Hemen bir ameliyat yapılması ondan sonra da acil olarak tedavilere başlanması gerekiyormuş. Gerçi kız kardeşini aramış. İki güne kadar gelecekmiş İzmir’den ama...Yıllardır gurbette yaşadığı bu koca şehirde yüzlerce arkadaşına rağmen ilk bana söylemek istemiş korktuğunu. Tayfun yedi yaşındayken ayrıldık biz, bu durumda nereden baksan otuz yıl olmuş ama hâlâ arada sırada telefonlaşır, bayramlarda da oğlumun evinde biraraya geliriz. Şiddetli geçimsizlik demişti hâkim ama hayret şimdilerde aramız iyi oldu yeniden. Üçüncü karımın ani ölümünde bana en çok destek olanlardan biriydi. Başından üç evlilik geçmiş bir adam demezsiniz beni görünce ama kader de varmış demek ki. İkinci karımı sevgilisiyle elele gördüğümde daha evliliğimizin altıncı ayındaydık. Meğer param için yanıma sokulmuş. Ama en çok üçüncü karımı sevmiştim. Onun da ikinci evliliğiydi. Ben kırkbeş o kırk yaşındaydı tanıştığımızda, bundan beş yıl önce bir uçak kazasında kaybettiğim günden beri onun anısına saygısızlık yapmadım. Bu saatten sonra da ancak mezara giderim anılarımla. O kadar yabancı ülke gördüm, o kadar yaşlı insan oldu çevremde ama bu kaderciliğim ve erken yaşlanmışlığım ancak bizim memlekete özgü bir tavır sanki.

Lokanta pek kalabalık değildi. Benim dışımda iki masada daha müşteriler var. Ama girip çıkıp pasta börek alanlar, kahve ve çay içip çıkanlar da az değil. Burayı tıpkı memleketteki sabah servisi de veren lokantalar gibi düzenlemişler. Benim gibi kahvaltı düşkünü bir adamın bulabileceği her çeşit mevcut burada. Aslında sabahları çorba içmeyi sevmem ama sabahın bir köründe aldığım telefondan sonra kendimi sokağa atıp bir şeyler yeme ihtiyacı hissettim. Bugün işe öğlen gideceğim. Şunun şurasında az zamanım kaldığı için bana iyi davranıyorlar. Öğlen yemeğinde oğlumun annesi ile buluşacağız. Yok yok onu bu lokantaya davet etmedim. Onun burayı bilmesini de istemem. Burası benim gizli mekanım olarak kalmalı. O ne yapar ne eder Cemal’i de alır elimden. Önce kendi aramızda konuşacağız sonra bu akşam oğlumuzu arayacağız, annesinin hastalığını ve ameliyatını bilmesi gerek. Gelemez ama ben her gün ona bilgi vereceğim. Daha söylemedim ama ameliyat sırasında ve sonrasında eski karımın yanında olacağım. Kardeşi gelinceye kadar en azından, onu yalnız bırakamayacağımı anladım.

Çorbamı bitirdikten sonra Cemal’le konuşmak için onu yanıma çağırdım. Benden başka kimse kalmadığı için bir sigara yakıp yanıma oturdu. Üç senedir içmiyorum ama öyle bir tellendirdi ki, sanki kendi derdimi de alır gibi oldu. Bir an canım istedi. Yok yok uzak durmalı bu meretten.

-Eee Cemal anlat bakalım neler oluyor?
-Abi hep aynı meseleler, çocukları özledim
-Yok yok bu sendeki başka bir dert.
-Bende dertler bitmez ki. Hani benim buradaki sahte eşim var ya, motosikletle kaza yapmıştı bir hafta kadar önce.
-Evet anlatmıştın hatırladım ne oldu ona şimdi?
-O zamandan bu zamana düzelme yok, hâlâ hastanede.
-Çok mu üzülüyorsun onun bu durumuna?
-Çok üzülüyorum, hem de onu bırakıp gidemeyeceğim için şimdi bu halde.
-Cemal sen bu kızı seviyor musun?
- Abi sevmek değil ama içimde bir şefkat var ona karşı. Bunca zamandır bana hiç zorluk çıkarmadı. Hep kolaylık gösterdi. Şimdi ne zamandır o hastanede yatıyorken benim canım da hiç bir şey yapmak istemiyor. Hem doktorların dediğine bakılırsa sakat kalma ihtimali varmış.
-Eee ne olacak şimdi?
-Valla bilemiyorum Abi bu durumda benim memlekete gitme hayalim de hepten yatar.
-Ne diyorsun?

Bana uzun uzun anlatıyordu. Memleketteki karısını ve çocuklarını ne kadar çok sevdiğinden, onları görmeyi ne çok istediğinden, sonra hastanede yatan kızcağızdan, onun ne kadar iyi bir kız olduğundan, onlar sahte evlilik yapınca bir sorun olmasın diye kızın yine bir başka amcasının oğullarına ait markette çalışmaya başladığından bahsediyordu....

Konuştukça konuşuyordu. Bir an kendi derdimi unutmuş, Cemal için kara kara düşünmeye başlamıştım. Çok az bir zaman sonra ilk karımla buluşacak ve onun anlatacaklarını dinleyecektim. Oradan iş yerine gidecek Carla ve Franz’ın kâh şakaları, kâh ufak atışmaları arasında son çevirimi yapmaya başlayacaktım. Bugün torunumu da aramalı. Gelinimle aramız iyi değil ama, torunumu aradığımda onunla uzun uzun konuşmama ses çıkartmıyor. Tayfun’u da yarın ararım artık. Bu akşam annesi ile konuşsun, ilk ondan duysun.

-Ah Cemal Ahhh
-İşte böyle Abi, dedi ve ayağa kalktı.

Bir çay daha getirmeye yöneldi, dur kalkacağım dedim. Artık her daim müşterileri olduğumdan hesapları akşamdan akşama öder olmuştum, artık akşam gelince verirdim çorba parasını. Çaylara para almazlardı oldum olası. Onlar lokantanın ikramıydı,  Cemal’in çayın yanına sunduğu sohbeti ve her daim yüzünden eksik etmediği gülümsemesi ise oranın ayrıcalığıydı...

Sokağa karışmadan, bir başka dile kulak açmadan önce kendi dilimde veda cümlelerini sıraladım kapıdan çıkarken. O kocaman demir kapı yine kulaklara zarar bir gürültüyle açıldı...Arkamı döndüm, Cemal kısık kısık gülümsüyordu.

-Oğlum yağlayın artık şu kapıyı, dedim sinirli bir şekilde.
-Tamam Abi söz yağlarız senden sonra, diye arkamdan el salladı Cemal.

Ağır adımlarla yürüyordum. Ardımda bıraktıklarım ve önüme çıkacaklarla konuşmaya, en çok da yaşamaya devam edeceğim için tarifsiz bir sevinç vardı içimde.



Eylül Ilgaz

24 Mayıs 2016 Salı

KELIMELER



Kelimelerden canı yanar mı bir insanın?
evet yanar,

Biz gençken yaptığımız hataları sadece atasözleri ile bize hatırlatan bir öğretmenimiz vardı.
Diğerleri gibi kulağımızı çekmez, sıra dayağından geçirmez ya da bağırmazdı.
Ne yapmış olursak olalım, sakin ses tonuyla bir anlamlı söz söyler öylece kalırdık.
Bugün yalan söylemiyorsam, bugün durustluk ve onurum önemli diyorsam,
Bugün aynı inançla çocuklarımı yetiştiriyorsam o sözler sayesindedir...
Hatalarımı kendimin anlamamı sağladığı için,
Hatalarımı diğerleri gibi herkesin ortasında şamar gibi suratıma indirmediği için,
Hem hatalarımla barışık olmayı, hem de hatalarımı tamir etmeyi öğretti bana...
İnsan bu hata yapar...hayat her tür hatayı içinde barındırır.
Eğer kelimelerden korkuyorsanız bu da iyidir.
Çünkü o korku sizin onurunuzu, vicdanınızı korur..
Ama eğer kelimelere olan korkunuzdan bile korkuyorsanız,
O zaman...
Kelimelerin esaretini istersiniz.
Ama
Esir olmuş kelimelerle ise yeni cümleler kuramazsınız,
Eski cümlelerinizi de geri getiremezsiniz...
Ve eğer kelimelerden bile yanmıyorsa canınız,
Ya o kelimeleri ya da kendinizi esir ettiğiniz içindir.

ve hayat bu esareti istemez...