23 Mayıs 2013 Perşembe

BEŞPEŞE



GECİKMİŞ BİR OKUMA OLDU BU BİLİYORUM, AMA İYİ ZAMANLAMA...

TÜM MOR KAPAKLI KİTAPLARIN TUHUMA İYİ GELDİĞİ BİR DÖNEME DENK GELDİ...

ELİF ŞAFAK BÖLÜMÜNE GELDİM....SONUNU MERAK ETMEYE BAŞLADIM.... 
LA GRANDE BELLEZZA


66. Cannes Film Festivali sırasında bu filmi izleme fırsatı bulduğum zamana kadar festivalde daha önce gösterilen iki film sinema eleştirmenleri ve izleyiciler tarafından öne çıkmaya başlamıştı. Asghar Fardahi’nin “Le Passe”si ve Francois Ozon’nun “jeune et Jolie”si kulislerde adaylar arasında sıyrılıyordu.

Yine hakkında hiç bir şey okumadan gittiğim”La Grande Bellezza” gerek afişi ve gerekse kısa tanıtım yazısı ile beni yeterince cezbetmeyi başarmıştı. Anlamakta zorlandığım Hollanda filminin ardından iyi geleceğini tahmin ettiğim bir İtalyan filmi. Sanat, tarih ve güzel yemekler konusunda her zaman benim için özel bir yerde olan İtalya, dili itibariyle de filmden yüksek beklenti duymama neden oluyordu. İngilizce ve Fransızca film izlemenin yanısıra, anlamasam da İspanyolca ve İtalyanca film izlemeye hatta alt yazısız olsa bile bayılan biri olarak, seçtiğim oturma yeri bu seçimimi doğrulamıştı. Zaman sorunumdan dolayı hızla salondan ayrılayım diye oturduğum koltuktan filmin ne İngilizce ne de Fransızca alt yazılarını takip etmem kolay olmadı. Cümlelerin orta yerine giren demir barı kaldırmamak için zor tuttum kendimi. Filmi ikinci bir kez herşeyi daha iyi anlayarak seyredebilmeyi isterim.

O nedenle burada paylaşacaklarım eksik olabilir. Yönetmen Paolo Sorrentino’nun Cannes’a ilk gelişi değil. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile gururumuz olduğu 64. Film festivalinde başrollerinde Sean Penn’in oynadığı “This Must be the Place” filmiyle katılmıştı. Yine 2008 yılında “Il Divo” filmiyle jüri ödülü alan yönetmen festivale hiç de yabancı değil.  2004 yılında “The Consequences of Love” ve 2006’da “The family Friend” filmleri de Cannes’da gösterilen  yönetmenin film festivaline aşina tarzı, onu 66. Festivalin şanına yaraşır bir film yaratmaya yöneltmiş.

Roma’nın tüm ihtişamı ve tarihi büyüsü ile oyunculardan rol çaldığı düşünülecek olursa film zaten Roma gibi iddialı bir oyuncu ile başlıyor. Eleştirmenler Felllini başyapıtına bir gönderme olduğunu belirterek kıyaslasalar da, ben öyle bir gözle izlemedim filmi. Klasik müzik ve tarihi mekanlarla açılan filmde aniden bir Japon turist kabilesinin çıkınca karşınıza hayli şaşırıyosunuz. Hele o turistlerden birinin yere düşüp ölmesi ile filmin ilk şoku yaşatılıyor. Ardından uzun bir süre Roma’nın en güzel manzaralı evlerinin birinden yükselen çılgın bir partinin ortasına düşüveriyorsunuz. Marjinal eğlencenin tüm dünya için geçerli olan parçaları yüksek volümlü müzik, birbirinden seksi kadınlar ve çılgınca dans uzadıkça filmin hep bu hızlı temposuna dayanamayacak olduğumu hissediyorum. Ani bir ölümün donduğu film karesinden henüz çıkmış beynim, uzun süren bu parti sahnesinde memleketin gidişatını sorgulayacak kadar yol alıyor. Benzer görüntüleri magazin sayfalarında görmeye alışmanın rahatlığı ile filmin kahramanı ile karşılaşıyoruz. Toni Servillo’nun hayat verdiği  Jep Gambardella karakteri ile  65. yaşının kutlanması sırasında tanışıyoruz. Çevresinde dans eden tüm o eğlencenin doz aşımına uğramış yüzler kahramanımızın 65 yıllık ömrüne sığdırdığı arkadaşları. Yazdığı ilk ve son kitabı ile edebiyat dünyasında hatırlı bir yeri olsa da, o iddialı röportajları ve hayli kalabalık çevresi ile hayli popüler bir yazar. Sanat, sosyete ve iş dünyasının önemli kişilerinin eşlik ettiği partilerin, sanat gösterilerinin ve ilginç performansların bir numaralı takipçisi.

Kolezyum’u gören muhteşem terasında arkadaşları ile entellektüel tartışmaları yapan en ateşli edebiyatçı ruhu, yardımcısının pervasızca konuşmalarında yaramaz bir oğlan çocuğuna dönüşüveriyor. Kalabalık içinde yaşlanan yaramaz bir oğlan çocuğu gibi. İlk aşkının ölüm haberi ile hayatında yepyeni bir  başlangıca girdiğinin farkında ama farkında değilmiş gibi yapmayı tercih ediyor.

Film Jep’in arkadaş çevresinde dolanırken, gezindiği tarihi mekanlar ile Roma’nın güzelliği bir kere daha gözünüzde canlanıyor. Modern ve şaşırtıcı sanat performanslarını izlerken, eski tarihin içine sığınmış resim ve heykellere olan beğeninizi sorguluyorsunuz. Sanatın değişen yüzü, zaman zaman takip edilemeyecek kadar hızla kabuk değiştiren modern tarafına benim gibi yabancı bir izleyiciyseniz filmin o sahnelerinde günümüz entellektüel dünyası hakkında da fikir sahibi oluyorsunuz.

Jep’in eski arkadaşının stiriptizci kızı Ramona ile ilişkisi yaşlandığını hisseden adamın arayışları gibi karşımıza çıksa da, bir anlamda bize ölümü sorgulatmak için varmış gibi duruyor. Yine Jep’in arkadaşının akıl sağlığı yerinde olmayan oğlunun kaza ile ölümü de filmde yaşam ve ölümün bir sırası olmadığını vurgulayan ince ayrıntılar olarak işlenmiş.
Filmin sonlarında sahneye çıkan Rahip Maria ise bizi hem spritüel bir yolculuğa çıkarıyor,hem de onun varlığı ile ötekine bakmaya başlıyoruz.

Başta da söylediğim gibi filmin asıl oyuncusu Roma, filmin yönetmenin de röportajlarında bahsettiği gibi fakirleşen hayatımıza soru sorduran hayli etkileyici bir güzel. Dünya değişiyor, zevkler ve ilgiler değişiyor. Zenginleştiğimizi düşünürken sürekli fakirleşiyoruz. Tabii ruhi anlamda. Büyük tatminsizlikler ve arayışlar 65 yaşında bile olsa bizim peşimizi bırakamayabiliyor. Oysa herşey o kadar basit ki , ilk gençlik aşkının hayali ile odanızın tavanında bir deniz yaratabilirsiniz. Jep’in kendini ve hayatını sorgularken yargılamayan ve pişman olmayan tavrı, filmin son sahnelerinde arkadaşı Romano’nun şehri terk etmesi üzerine yaptığı konuşmada da kendini hissettiriyor. Arkadaşı Roma beni, ben Roma’yı yıllardır hayal kırıklığına uğrattık diye şehri terk ederken bile Jep ne Roma’ya, ne de kendine ihanet etmiyor. O da Roma gibi eskiyi yeniyi bir arada tutup kaldığı yerden devam etmek ister gibi. Son sahnede film hiç bitmesin diyesiniz geliyor, tıpkı hayat gibi....O kadar renkli ve zaman zaman da o kadar durgun ki, uzunluğu hızıyla öyle orantılı ki, yönetmen ruhuma hitap edenler listesinde iyi bir yere yerleşti. Tozunda oyunculukları ile göz dolduran tecrübeli oyuncu kadrosu ve içinde yüzlerce soruyu barındıran , cevaplarının sizde olduğunu bildiğiniz soruları ile dolu olan senaryosu ile adeta kendi filminizin bir karesinden hayata bakıyormuşsunuz hissinde kalıyorsunuz.

Filmi beğendim. İkinci defa izleyip kaçırdıklarımı yakalamak istiyorum. Filmi izlerken aklıma sızan iki şey oldu, Jep’i zaman zaman bizim 60larını aşmış popüler köşe yazarlarımıza benzettim. Demek ki İtalya ile benzer bir çizgimiz varmış. Bir de filmin parti sahnesinde teoman’ın “Gökdelenler” şarkısı dilime dolandı.

Ödül alır mı bilemem ama ben kendi ödülümü verdim, bana soru sormayı, hayal kurmayı ve gerçekten de içine girmeyi başarttığı için hayli sıcak bir film olarak gönül ödülümü aldı. Dedim ya ben İtalyan ruhunu seviyorum...Komşu ülkede yaşaya yaşaya , gide gele o sıcaklığı her seferinde hayat gibi beni hep kendine çekmeyi başarıyor.

Sıra Roma’da...


SunA.K
Grasse 23 Mayıs 2013

Cannes Film Review: 'The Great Beauty'

Reviewed at Cannes Film Festival (competing), May 20, 2013. Running time: 140 MIN. Original title: "La grande bellezza"

Production

(Italy-France) A Medusa (in Italy)/Pathe (in France) release of an Indigo Film, Babe Films, Pathe Prod., France 2 Cinema production, in collaboration with Medusa Film, with the participation of Canal Plus, Cine Plus, France Televisions. (International sales: Pathe Intl., Paris.) Produced by Nicola Giuliano, Francesca Cima. Co-producers, Fabio Conversi, Jerome Seydoux.

Crew

Directed by Paolo Sorrentino. Screenplay, Sorrentino, Umberto Contarello. Camera (color, widescreen), Luca Bigazzi; editor, Cristiano Travaglioli; music, Lele Marchitelli; production designer, Stefania Cella; costume designer, Daniela Ciancio; sound (Dolby Digital), Emanuele Cecere; sound editor, Silvia Moraes; associate producers, Carlotta Calori, Guendalina Ponti, Romain Le Grand, Vivien Aslanian, Muriel Sauzay; line producer, Viola Prestieri; assistant director, Davide Bertoni; casting, Annamaria Sambucco.

With


Toni Servillo, Carlo Verdone, Sabrina Ferilli, Carlo Buccirosso, Iaia Forte, Pamela Villoresi, Galatea Ranzi, Massimo de Francovich, Roberto Herlitzka, Isabella Ferrari, Franco Graziosi, Giorgio Pasotti, Massimo Popolizio, Sonia Gessner, Anna della Rosa, Luca Marinelli, Serena Grandi, Ivan Franek, Vernon Dobtcheff, Dario Cantarelli, Lillo Petrolo, Luciano Virgilio, Giusi Merli, Anita Kravos, Giulio Brogi, Fanny Ardant. (Italian dialogue)

20 Mayıs 2013 Pazartesi

BORGMAN


BORGMAN
66. Cannes Film Festivali yarışma bölümü filmlerinden, Alex Van Warmerdam’ın  “Borgman”nını izleme fırsatı buldum.
Festival açılış gününden beri aralıksız devam eden yağmur, bugün biraz güneşe izin vermişti. Bu sene artık bir festival klasiği haline gelen yağmur adeta festivalin ruhunu da yağmıştı sanki. Kendi festival tarihimin en isteksiz yılı olduğunu söyleyebilirim. Saatlerce kuyrukta bekleyerek izlediğim filmler aklıma geldikçe, adını yeni duyduğum bu Hollandalı yönetmenin filmiyle karşılaşmak için, içimde yeterince heyecan uyanmaması beni rahatsız ediyordu. Kendimi filmin akışına bırakıp ardından da hissettiklerimi yazmak istiyordum.
38 yıldır ilk kez bir Hollandalı yönetmenin yarışmaya katılıyor olması ve yönetmenin filmlerinden birinin daha önceki yıllarda  “Belirli Bir Bakış” bölümünde yer aldığı bilgisi dışında filmle ilgili tüm bilgiye kendimi kapamıştım.
Sadece gördüklerimi ve hissettiklerimi yazmak niyetindeyim. Hala filmi sindirip bir yere koyabilmiş değilim. Konusunu hayli baştan çıkarıcı ve cesaret dolu buldum. Öz itibari ile tam bir içimizdeki şeytanın açığa çıkma durumu olarak adlandırılsa da, bir nevi cennet-cehennem ikilemi de yaratılmış havası vardı.
Filmin başlangıcı, sonunun nasıl bağlanacağı konusunda hiç bir ipucu vermiyordu. İçlerinden biri rahip olan üç adam, yerin altında yaşayan Borgman’nın (Jan Bijvoet)sığınağını yerle bir ediyor. Bir anlamda olaylar örgüsünün başlaması için düğmeye basıyorlardı. Kovalayan adamlar içinde bir din adamının olması, ayrıca elinde yer alan ve oradaki silahların en güçlüsü tüfeğin varlığı bir şeytan kovalama öyküsünün orta yerinde bırakıyordu sizi. İlk dakikalara yayılan kovalamaca ve hareket gizemli bir yabancı olarak kapıları çalmaya başlayan Borgman’nın filmin ilk bölümlerine bir dinamik kazandırıyordu. Filmi bu anlamda kara komedi olmaya taşıyanlar da bu unsurlar olsa gerek. Ama filmin akışının bu hızla ve yarattığı bu esprili havayla devam etmediğini şimdiden belirtmek gerekir.
Aslında tesadüfen seçilmiş bir ev ve tesadüfen içine girilmiş bir hayat gibi dursa da, meçhul yabancı “evinizde duş alabilir miyim?” diye sorarak kapıyı çaldığında, modern evin sahibesi (Hadewych Minis) bakışları ile şeytanı geri çevirememişti. Kocasının (Jeroen Perceval) şiddet uygulayarak kovduğu yabancının, bir gün hayatını nasıl allak bullak edeceğini bilmeden içindeki merakın kurbanı oldu.
Buraya kadar kurulan denklem aslında çok basit. Kuzey sinemasının karanlığı ve mekanlarını tercih etmeyen ruhum açısından bile iyi bir başlangıç olabilir. Zaten yağmurdan sırılsıklam olmuş algılarım için, bir akdeniz kasabasının en zengin ailesinin güzel kızını ayartmaya çalışan bahçivan kılığına girmiş bir şeytan daha çok yaratıcı olacaktı. Hijyen ve mesafe ile yapılanmış modern ve sanatçı bir anne, kariyer hırsını ve gizli şiddet eğilimi vurgulanmış bir baba, güzellik ve gençlikle taçlandırılmış bir çocuk bakıcısı, anne ve baba ile bağları sanki sadece okula gitmelerinin organizsayonu gibi hissettirilen ve hissizleştirilmiş üç düzgün çocuk. Günümüzde hiç de yabancı olmadığımız modern ve kendine yabancılaşmış aile yapısı...Aile büyük bir uyum ve mutluluk içinde adete cennette yaşıyor gibi. Tabi bu görünen kısmı. Babanın şiddete eğilimi, annenin sanatçı kimliğine sığınıp çocuklarına bile uzaklaşması ve içinin derinliklerinde aradığı ama ne olduğunu bulamadığı huzursuzluğu, çocukların belirsizliği, bakıcının ezilen tutumu karşısında içten içe diş bileyen bakışları..
Ve bu ailenin içine iki ve hatta sonrasında üç masum insanı bile kurban ederek dahil olmaya çalışan bahçivan kılığında bir şeytan.
Sonra kadın bu şeytanla oyun oynama anlaşması yapıyor adeta. Borgan kalmak istiyor, kadın zaten adamı gönderemiyor. Güneşli bir günde kapılarını çalan bu yabancı hem evlerinde, hem de kadının kafasında tehlikeli bir saklambaç oyununa başlıyor. Oyunun kuralları da, kazananı da taa başından belirli. Ama kadın ısrarla bu saklambaç oyununda yer almak istiyor. Kocasının sınırlarını denediğini düşünse de, aslında tüm ikilemleri kendi içinde.
Alex van Warmerdan, işte burada yönetmen olarak kontrolünde olan filminde oyunculuğuna da yer veriyor ve kendine şeytanın yardımcılarından biri rolünü biçerek, iki kadın ve iki erkekten oluşan kadrosuyla mutlu yuvaya sızan Borgman’nın planını adım adım gerçekleştirmesine yardımcı oluyor.
Önceleri evin içinde gizli misafirken yavaş yavaş ailenin kararlarına hükmedebilen bir çalışana dönüşüyor. Ekibi ile bahçeyi ayinsel bir gösteriye hazırlarken, aile de içten içe dağılmaya başlıyor. Kadın ve erkek birbirlerinden şüphelenecek kadar kırmaya dökmeye başlıyorlar hayatlarını. Kadın rüyalarında tutkularında Borgman ve kocasını karşılaştırıyor. Çocuklar bu oyunun hep dışında, hem içindeler.                      
Filmin ortalarında çıkan şiddet ve cinayetlerin oluş şeklinin estetikten yoksunluğunun bende biraz hayal kırıklığı yarattığını söylemeden geçemeyeceğim. Çocuklardan birini de bu cinayetlerden birine alet edilmesi, masumiyet ve çocukluğun sorgulanmasının yanı sıra, ayısının içine toprak doldurduğu için kendisine şiddetle kızan annesine bir başkaldırı olarak da algılanabilir.
Kurbanların tamamen masum insanlardan oluşması, kafalarda oluşan şeytan mı – yoksa gizli bir kurtarıcı dengesini tamamen alt üst ederek sona doğru yaklaştıkça film, ısrarla içimizdeki kötülüğe ve onun hedefe ulaşmak konusunda ne kadar zarar verebilecek kadar acımasız olabilişine yaklaştıkça izleyicinin de iç hesaplaşması bitiyordu. En azından bunu kendi adıma söyleyebilirim. Evet aslında bir kurtarıcı olabilirdi, mutluluk oyunu oynayan bir aileyi aslında mutsuz olduğuna inandırıp ortada bırakabilirdi. Film ve Borgman daha zorlu bir yola giriyor, sonlara doğru ev sahibesinin isteği ile yok oluş başlıyor.
Tüm ayrıntılara girildiğinde ve baştan sonra ele alındığında şeytanla yapılan gizli bir anlaşmanın, ki bunun temelde edebiyat ve sinemada çok yaygın işlenebilen bir konu olduğu düşünülürse içsel uçurum yaşayan bir kadının çevresinde gelişmesi şeklinde kısa bir özetle verebilmeyi isterdim. Ama filmin kara mizahi yapısı, oyunculuklardaki beni çarpmayan donukluk, filmin hakim rengi açısından ben de bir çok belirsiz bırakarak bu yazıyı kaleme aldırdı. Yönetmen ve oyuncuları daha önce takip etmemiş olmamın verdiği bilgisizlikle fazla yorum yapmak konusunda kararsız kalıyorum. Ama festivalin yarışma filmleri bölümüne seçilmiş bir film olarak biraz yavan buldum. Başka bir başlık altında izlemiş olsaydım gerekçelerimi de sıralayarak farklı bir bakış açısından bakabilirdim ama bu hiç beklentisiz ve yorumsuz gittiğim bu film beni kesmedi. O nedenle bu kadar uzun ve karmaşık bir şekilde, belki de yazarak anlamaya çalıştığım için sizi bu kadar yordum.
Kısaca bugün yağmur yoktu ama galiba o yağan bulutlar hala havadaydı ve ben daha festival havama girememiştim....
SunA.K.
Grasse/19.05.2013                  


BORGMAN
CANNES FESTIVAL SAYFASINDAN
Production
(Netherlands-Belgium-Denmark) A Fortissimo Films presentation of a Graniet Film production in association with Epidemic, Angel Films. (International sales: Fortissimo Films, Amsterdam.) Produced by Marc van Warmerdam. Co-producers, Eurydice Gysel, Koen Mortier, Mogens Glad, Tine Mosegaard.
Crew
Directed, written by Alex van Warmerdam. Camera (color, widescreen, HD), Tom Erisman; editor, Job ter Burg; music, Vincent van Warmerdam; production designer, Geert Paredis; set decorator, Peggy Verstraeten; costume designer, Stine Gundmundsen-Holmgreen; sound (Dolby Stereo), Peter Warnier; visual effects supervisor, Dennis Kleyn; visual effects, Planet X FX; line producer, Berry van Zwieten; associate producer, Jan Vrints; assistant director, Willem Quarles van Ufford; casting, Annet Malherbe.
With
Hadewych Minis, Jan Bijvoet, Jeroen Perceval, Sara Hjort Ditlevsen, Elve Lijbaart; Dirkje van de Pijl, Pieter-Bas de Waard, Eva van de Wijdeven, Annet Malherbe, Tom Dewispelaere, Mike Weerts, Gene Bervoets, Ariane Schluter, Pierre Bokma, Alex van Warmerdam. (Dutch, English dialogue)

18 Mayıs 2013 Cumartesi

EYVALLAH


HAYATIMIZIN EN SIRADIŞI AMA EN SIRADAN KAHRAMANININ ARDINDAN,
ELVEDA AMİRİM...


Herkesin bir kahramana ihtiyacı vardır.

Ankara tatilimiz sırasında televizyonda bozkır havasıyla dönen dizi jeneriğini görür görmez demiştim. İşte farklı bir şey geliyor diye...Behzat Ç. başlamadan önce Emrah Serbes’in “ Her Hafriyat İz Bırakır”ını okurken nasıl oldu da canlandıramadım kafamda ben bunu diye hayıflanırım hep. Çünkü bazı kitaplar vardır ve hep bir sinema görüntüsüyle eşlik eder okumalarınıza. Emrah Serbes’in kitaplarındaki gerçeklik, dilinin söz oyunları, yüreği delik deşik eden cümleleri ile bu sinema perdesi en çarpıcı filmlerini sunar insana.

Dizilerin son yıllarda hayatımızın bir parçası olmasıyla beraber, nasıl maç sonrası futbol muhabbetleri olursa, sevilen dizielerin yayınlarından sonra başlayan konuşmalar ve yorumlar da hayatımızı sosyolojik anlamda etkileyen bir olgu olarak girdi hepimizin evlerine, sohbetlerine...

Sanal Medya, sosyal ortam paylaşımlarında her zaman başka bir kulvarda koştu Behzat Ç.
Çünkü yaratıcı kadrosu bir şeyleri acıtarak, gözün içine parmağı sokarcasına inatla ve gerçekle bizi buluşturdu diziyle. İstanbul Boğazı’nın yalılarında sürme gözlü oğlanların kas cephelerini hesaplayan, son model arabalarında aynaya en keskin ruj iziyle bakan kadınların dizilerini izleyip metropol havasına karışanlar da, Anadolu ovalarında aşk masalı anlatanların peşinden koşianlar da, oturan komedilerde karın kaslarına gülme efekti verenlerin de ağzında hep acı bir tad bırakan bir dizi olarak kaldı Behzat Ç.  Şık kadehlerde sergilenen vişne şuruplarının şarap diye göze batırıldığı diziler gibi değildi, içki servisi bizzat garibanların sofrasındaki en kırılgan çay bardağı ile rakıyı suyla beyaza dönüştürüyordu. Ayakkabı çıkarılarak girilen bir bekar memur evinin tüm aytıntıları bizim hayallerimizi kırmadan dökmeden eski mobilyaların, yere serilen halıların, duvarda asılı saatlerin dekoruyla fakir gerçekliğimizi de sokuyordu gözümüze. Fakir gecekondu evlerinin dizilerine sponsor eşliğinde giren 72 parça sofra takımlarına inat, üç sezon boyunca Akbaba’nın salonunun ortasında duran küçük tüple hayatın bir anında buluyorduk kendimizi.

Behzat Ç. nin yaratıcı Emrah Serbes derdi olup, derdini dilinin gücüyle ısrarla belirten yazarlardan. Acı ve öteki olmak durumu kalemine çok yakışıyor. Behzat Ç. serisi bir yana kısa hikayelerden oluşan “Erken Kaybedenler” kitabı, dünya da Salinger’in “ Çavdar Tarlasındaki Çocuklar”ındaki çığlığı koparacak nitelikte. Ergen çocukların öykülerinde saklı hem bildiklerimizi, hem de bilmediklerimizi çarpıcı bir şekilde suratımıza vuruyor. O yeni çağın kayıp duygularını kanatıcı sözcükleri ile cümlelerine bir ağaç gövdesini kazarcasına işliyor. İçimizdeki arabesk duyguların da , pop dünyaya karışan entellektüel tavırların da ötesinde, bu kadar basit daha fazla abartmaya gerek yok diye acıyı, gerçeği ve belki de kaybetmenin o ifade edilemeyen kibirsiz gururunu ağzımızda bir gece önceden kalan bir tadla bırakıp gidiyor. Tıpkı kırmızı vosvosu ile bizi vay be dedirderek gidebilen amirim gibi...

Behzat Ç. ye hayat veren Erdal Beşikçioğlu’nu burada anlatmaya çalışmak, benim kelimelerim arasına sıkıştırmaktan ibaret olur. Galiba en son Vali’de izlemiştim onu beyazcamda...Sonra bu jenerikle karşıma çıkınca hiç de yanılmadığımı bir kere daha anladım. Aslında ben onu bir tiyatro sahnesinde izlemek isterdim. Behzat Ç. için bu kadar uygun bir oyuncu olamazdı. Aslında Behzat Ç.yi bir başkası oynasaydı da Behzat Ç. böyle olamazdı. Denklem basit. Eyvallah amirim, sizin oyunculuğunuzun önünde saygıyla eğilmekten başka çarem kalmıyor. Ekibinizdeki genç arkadaşlarınıza geçirdiğiniz oyuncu sihiri ile her hafta bizi canlı, kanlı ve hayranlıkla izlediğimiz bir dünyaya taşıdığınız için ayrıca teşekkürler.

Emeği geçen herkesi tek tek burada anmak isterdim ama bunu yazmak imkansız. Emrah Serbes’in eskizini çizdiği karakterleri kalemiyle öyle bir işledi ki Mehmet Erdem, bazen 90 dakika hiç bitmesin istedik. Bazen artık içinden çıkılamaz derken senaryoya ayrı ayrı ince bir ayarla dahil ettiği karakterlerin yeni hikayelerinin peşine düştük. Ortasında hep cinayet duran büyük yuvarlak bir masaydı, çevresinde döndükçe entrikalar, aldatmalar, hesaplaşmalar, aşklar ve hayat çıktı karşımıza.

Belki de son sözüm Serdar Akar’a, cesaretini “Gemide” filminde göstermişti bana. Bir küçük kamarada küfürlerin savruluşunun o dönem için sinema için farklı bir çığlık olabileceğini sezdirmişti. Farklı işlerle hep şaşırtmayı başaran ve filmin sonunda işte bu onun imzası diye peşinden gidilesi bir yönetmen. En içimi ısıtan filmi “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” olmuştu, hala içinden replikler çalarım. Ama açıkcası tüm filmleri içinde beni en etkileyeni, en vahşi sahnelerini eleştirenlere bile hep sesimi yükselterek savunduğum “Barda” filmidir. Hayatın gerçeğinden yola çıkılarak yazılan senaryo kimilerini kızdırsa bile, gerçek hayatta 3.sayfada okurken hemen unuttuğumuz kadar gerçektir. Nejat İşler gibi jön görmeye alıştığımız bir oyuncuyu kirli bir katile dönüştürürken, içimizdeki katil duygusunun yüzümüzdeki masumiyetten apayrı bir yerde durduğunu ısrarla belirtir. Adaletin sorgulanma şekli ise tıpkı Behzat Ç.ye de taşıdığı gibi bazen yasal yollardan tıkanır. Vicdani adalet ve hukuk adaleti zaman zaman çatışmaya girer.

Behzat Ç.ninde zaten ince bir ip üzerinde yürüdüğü ve bir koluna hukuk, bir koluna vicdan ile yaptığı bu adalet yolculuğunda , Savcı Esra’nın ölümü ile başlayan süreçte hepimiz keskin bir çelişki yaşadık. Hukuksal adalete inancını yitirmişlerimiz de, hala hukuktan adalet bekleyenlerimiz de Behzat’ın adaleti arayışında vicdanı ile hesaplaşmasını an be an izledik. Kendince hesabı ve adaleti olan Ercü’nün yerine, son sezon dahil olan Muzo ve Barbaros hep o içimizde var olan ama ahlaki değerlerimizin reddettiği adaleti kötülük ve cinayetle arayan yan kahramanlar oldular. Ercü’ye diş bilesek de Behzat’la yaptığı danstaki zerafeti ve bir tek Behzat’a olan benzerliklerin karıştığını hissedercesine gizli saygısı yüzünden bol kepçeden kızamadım. Muzo ve Barbaros ise seri katil ve cinayetin farklı bir yüzünü gördük. Yazgı filmindeki Musa karakterinin bir benzeri mi çıkacak dedirtircesine sert bir hamleyle bizi sona götürdü Serdar Orçin’in can verdiği Barbaros tiplemesi.

Barbaros ve Muzo Behzat Ç.nin absürd karikatür karakterlerine dönüşüverdiler birden. Hayalet, Harun, Akbaba, Cevdet ile kurulan rakı sofralarının görünmez ziyaretçileriydi.
Kitaptakinden farklı ilerleyen abi karakteri ile ilişkiler, Berna-Şule ikilemleri, Harun-Eda aşkı, Hayalet’in hayali sevgilileri, Akbabanın bir gazete küpüründe yüzünü unuttuğu kara sevdası, Cevdet ve Aslı’nın arkadaşlığı, başlarda Selim, daha sonra Emre ile ekibe dahil olan zıt ses duygusu, ağır abiler, başkanlar, Psikopat bir zengin, savcı Esra’nın ısrarla hukuk diye sesini yükseltmesi, büyük güçlerin iç hesaplaşmaları, hiyerararşik ve politik oyunlar 3. Sayfa cinayetleri ve artık sansürlenen medyanın konuşmadığı konulara parmak basan yorumları ile senaryo her hafta bizi bir başka dünyaya götürdü. Behzat’ın hayatla ve kendisiyle hesaplaşmasındaki her ince noktada derin bir nefes aldık. Babalığını sorguladı, evliliğini sorguladı, aşkını sorguladı, amirliğini sorguladı,kendini sorguladı ağladı, bağırdı, bol bol küfür etti, kızdı, konuştu, adam bile öldürdü  ama vicdanını hep temiz bıraktı. Toplumun itirazlarına, normal kalıpların dışında olmasına rağmen hep sevildi, hep baş köşeye konuldu. Toplumun bizim gibi olanlarının en sıradan kahramanı oldu. Biz de her hafta sonu içimizdeki behzat ile hesaplaştık.

Behzat hayatının en zor sorusuna cevap bulamadan ve bizi bu sorunun en derin acısıyla bırakıp gitti. Belki Esra’yı kaybetmiş haliyle kazındı acısı yüreğimize, ama o taa başından beri bir kızını kaybetmiş bir babaydı. Son bölümde de ikinci kızını kaybetti...baba olmanın en zor yerindeydi. Biri ölü, biri katil iki kızıyla sığındığı tek şeyi, cinayetleri bırakıp gitti. Cinayet masası amiri olmasaydı, belki katil olacaktı.
Boğazımızda bir düğüm, aklımızda olup bitene kızgınlık, kalbimizde garip bir hüzünle ekran tarihinde en sevdiklerimiz listesine dahil olup bizi bıraktı. İyi ki gitti, tüm sansürlere, tüm kalıplaştırma çabalarına, tüm itirazlara rağmen söyleyeceklerini söyledi...Her bölüme ayrı bir konu, ayrı bir hayat ayrı bir mesaj atıp son bölümde baba sevgisinden yoksun bir adamın, sadece babasını öldürmek pahasına, tüm büyük adamları alt edebilecek öfkesini katarak nokta koydu.

Behzat’ın hesabını almak adına aslında kendi hesaplaşmasına Behzat’ı katan kızgın bir evladın 
mavi gözleri ile iki evladı arasında cayır cayır yanan bir babanın kara gözleri en son sözü söyledi.

Ve Ankara çamuruyla, tozuyla, yağmurla, karıyla ve tüm gerçek sokaklarıyla ağırladığı bizleri la bebeler burası İstanbul’a benzemez, benden mutlu son da beklemeyin diyerek bize veda etti.
Yazacak, söylecek o kadar çok şey var ki, bunlar dün geceden kalıp söze dönüşenler...Dönüşemeyenler ve yazılamamış olanları da zaten siz şimdi düşünmeye başladınız.

Pilli Bebek ve müziklerini unuttuğumu düşünmeyin o ayrı bir yazı konusu. Bir ses, bir müzik ancak bu kadar uyum içinde olabilir, sözcüklerin anlatamadığını bu kadar keskin anlatabilirdi.

Tüm Behzat Ç. ekibine sade bir teşekkür. Kalbimizde kalacaksınız...Hem de uzun bir süre...
 Fotoğraf: "Kimseye eyvallah demeden geldik eyvallah demeden gidiyoruz."

Emrah Serbes ve Ercan Mehmet Erdem'den ortak mesaj.

Suna A.K.
Grasse-18 Mayıs 2013                                            

9 Mayıs 2013 Perşembe


ALBUM

THE ALLMAN BROTHERS BAND


At Fillmore East



File:AllmanBrothersBandAtFillmoreEast.jpg

SONG: MIDNIGHT RIDER

FIRENZE


CAMPANILE



SANTA MARIA DEL FIORE



PIAZZA DELLA REBUPLICA



PIAZZA DELLA SIGNORIA



PONTE VECCHIO





8 Mayıs 2013 Çarşamba

BUGÜN RAYMOND CARVER KİTAPLARINA BİR GÖZ ATALIM MI?



BİR SOLUKTA OKUNANLARDAN



UZUN SÜRE BİTMESİN DEDİM.



BU DA KÜTÜPHANEDE BULDUĞUM HAZİNE ...AŞK KONUŞTUĞUMUZDA NE KONUŞURUZ...UN ÖYKÜLERİ İLE BAŞLADI, BAKALIM BENİ NELER BEKLİYOR..

İLK OLARAK NE ZAMAN TANIŞTIK HATIRLAMIYORUM. AMA BENİ ETKİLEMEYE BAŞLAMASI , ROBERT ALTMAN'IN 1963 "SHORTS CUTS" FİLMİYLE OLDU. FİLMİN SENARYOSU CARVER ÖYKÜLERİNDEN YAZILMIŞ. 


BULUP YENİDEN İZLEMELİ....



7 Mayıs 2013 Salı

ANY DAY NOW



Any Day Now (2012) Poster


http://www.musicboxfilms.com/any-day-now-movies-58.php

http://www.imdb.com/title/tt2066176/


ROCK LANETİ

Uzun zamandır yalnızlığına terk ettiğim kitaplardandı. 
Dün yeniden okumaya başladım.

rock-laneti-iain-banks

Bunu burada paylaşayım derken yazarı ile ilgili üzücü gelişmeleri öğrendim.

İnternet sitesinde hastalığı hakkında mektubunu yayınlamış. 
Dilerim bu illet hastalıktan kurtulur...Umut..

Author Iain Banks announced his coming death with characteristic humour but without darkness, only frank resignation: “I am officially Very Poorly.”

http://www.iain-banks.net/


Şimdi okumaya daha bir hızlı sarılacağım. Her satırında ona sağlık dileyerek...

İngilizcesini okumak isteyenler için
IainBanksEspedairStreet2.jpg

NİHAYET İZLEDİM



GEÇEN SENEDEN BERİ BEKLİYORDUM. YÖMETMENİ PABLO LARRAİN'İN 2008 YILINDA BAŞLADIĞI VE ŞİLİ'Yİ VE PİNOCHET YÖNETİMİNİ DÖNEMİNİ ANLATAN ÜÇLEMESİNİN SON FİLMİ "NO" 


filmin detaylarını  bu sayfadan okuyabilirsiniz

http://www.imdb.com/title/tt2059255/

ya da fransızca olarak bu sayfadan da bilgi edinebilirsiniz.

http://www.allocine.fr/film/fichefilm_gen_cfilm=197326.html


Gelelim kişisel notlara,

Filmi buraya yakın Mouans-Sartoux'daki küçük bir sinemada izledim. Yaş ortalaması hayli yüksek bir seyirci kitlesi vardı. Başta bir konuşma yapıldı.  Film, yönetmen ve filmin anlatıldığı dönemle ilgili salondaki seyirciler daha önceden bilgi sahibiydiler. 118 dakikalık uzun ve Pinochet'nin iktidarının son dönemini anlatan filmin en çarpıcı özelliği Meksikalı oyuncu Gael García Bernal'ın mükemmel oyunculuğuydu.

  

Yakışıklığını genç kızların sohbet konularına bırakalım, bu filmdeki durgun, sakin ama bir o kadar akıcı oyunculuğu beni etkiledi. Zannedersem ilk defa büyük ekranda seyrediyorum. Daha önce bazı filmlerini televizyonda izledim ama hatırladığım kadarıyla sinema ekranında ilk tanışmamız. 

1988'de geçen filmde Pinochet karşısı "No" kampanyasının başındaki genç reklamcıyı canladıran oyuncu, içindeki çocuğu oyunlarla besleyen şefkatli bir baba ve eski eşine
sadık eski koca kimliğiyle yaptığı işin etrafında odaklanan filmde hayata bir parantez açıyor. O dönemi orada yaşayanlardan daha iyi kimse bilemez. Ama film boyunca sanki oradaymışım hissini yaratan da yönetmen ve oyuncuların başarısı olsa gerek . Bunun yanı sıra dönem filmi olmasından ötürü tarihi ayrıntılarla senaryoyu bölmemesi  ve illa bir mesaj kaygısı ile yapılmış hissi vermemesi de önemli tespitlerim.

Kısaca ben bu filmi beğendim...Yönetmen ve oyuncunun diğer filmlerini de tanımak için sabırsızlanıyorum.

Bu arada film mutlaka orjinal dilinde izlenmeli. Dublajla izlendiğinde filmin büyüsü kaçacak gibi duruyor bana...

yeri gelmişken bu filmle hatırladığım bir şarkıyı paylaşayım burada,

ŞİLİ'YE ÖZGÜRLÜK


Şili'ye Özgürlük (Söz)

Yıl 1973
Ve 11 eylül persembe
Saat 13'de trt'de
Şili'de askeri darbe
Yu es ey, si ay ey, ay ti ti sab lorenz..
Arandı tarandı bulundu pinose
Pinose'nin bıyığı daglıs
Briyantinliydi saçları
Çarpısıyordu son resminde
Salvatore allende

Tüm dünyada ozaman
Tek ülkeydi Şili
Kendi kaderini çizebilmis
Demokratik bir Şili


devamı ve bulunduğu albüm detayları bu sayfada...


http://www.bulutsuzluk.com/Icerik.asp?s=icerik&id=14

dinlemek bana iyi geldi....





GÜNÜN ARABA ALBÜMÜ




ALBÜMÜN BUGÜN FAVORİSİ

4 NUMARA ELLERİNİ KALDIR

BU VIDEO DA GRUBUN SAYFASINDAN...
IMG_7536

http://vimeo.com/redd/yavashq

6 Mayıs 2013 Pazartesi

BUGÜNÜN ARABADA DİNLENEN ALBÜMÜ

Coldplayparachutes.jpg



EN SEVİLEN ŞARKISI SPIES...

MERAK EDENLERE




MERHABA

66. CANNES FİLM FESTİVALİ

15 -26 Mayıs tarihleri arasında Cannes, yine sinema ve ünlüleri misafir edecek. Bu sene yarışma bölümü Baz Luhrmann'ın "The Great Gatsby" filmi ile başlayacak. Daha önce "Romeo ve Juliet" ile "Moulin Rouge" filmlerini büyük beğeniyle izlediğim yönetmenin, 1992 yapımı filmi "Strictly Balroom" 45. film festivalinin  "Belirli Bir Bakış" bölümünde Cannes seyircisiyle buluşmuştu. 2008'deki "Avustralyalı" filmini izlememiş olduğuma üzülsem de, diğer izlediğim iki filmindeki görsel zenginlik ve hareketli anlatımı bulamayacağımı düşünmüşümdür. Bu son filminde de özellikle izlediğim filmlerindeki renkleri ve etkileyici atmosferi bulabilme umudundayım. Scott Fitzgerald'ın hafızalarımıza kazınmış bu başyapıtının sinema uyarlamasını merakla bekleyeceğim.  




IN COMPETITION

Opening Film  
   
Baz LUHRMANNTHE GREAT GATSBY (H.C.)2h22
   
 *** 
   
Valeria BRUNI TEDESCHIUN CHÂTEAU EN ITALIE
(A CASTLE IN ITALY)
1h44
   
Ethan COEN, Joel COENINSIDE LLEWYN DAVIS1h45
   
Arnaud des PALLIÈRESMICHAEL KOHLHAAS2h09
   
Arnaud DESPLECHINJIMMY P. (PSYCHOTHERAPY OF A PLAINS INDIAN)1h54
   
Amat ESCALANTEHELI1h45
   
Asghar FARHADILE PASSÉ (THE PAST)2h10
   
James GRAYTHE IMMIGRANT1h59
   
Mahamat-Saleh HAROUNGRIGRIS1h41
   
Jim JARMUSCHONLY LOVERS LEFT ALIVE2h02
   
JIA ZhangkeTIAN ZHU DING
(A TOUCH OF SIN)
2h13
   
KORE-EDA HirokazuSOSHITE CHICHI NI NARU
(LIKE FATHER, LIKE SON)
2h
   
Abdellatif KECHICHELA VIE D’ADELE - CHAPITRE 1 & 2
(BLUE IS THE WARMEST COLOR)
2h59
   
Takashi MIIKEWARA NO TATE
(SHIELD OF STRAW)
2h05
   
François OZONJEUNE & JOLIE
(YOUNG & BEAUTIFUL)
1h35
   
Alexander PAYNENEBRASKA1h50
   
Roman POLANSKILA VÉNUS À LA FOURRURE
(VENUS IN FUR)
1h36
   
Steven SODERBERGHBEHIND THE CANDELABRA1h58
   
Paolo SORRENTINOLA GRANDE BELLEZZA
(THE GREAT BEAUTY)
2h22

  
Alex VAN WARMERDAMBORGMAN1h53
   
Nicolas WINDING REFNONLY GOD FORGIVES1h30
   
 *** 
Closing Film  
   
Jérôme SALLEZULU (H.C.)1h50



Yukarda yer alan yarışma bölümü filmleri hayli ilgi çekici görünse de, ben yine festivalin "Yönetmenlerin 15 günü " bölümündeki filmleri seyretme olanağı bulabileceğim.