18 Mayıs 2013 Cumartesi

EYVALLAH


HAYATIMIZIN EN SIRADIŞI AMA EN SIRADAN KAHRAMANININ ARDINDAN,
ELVEDA AMİRİM...


Herkesin bir kahramana ihtiyacı vardır.

Ankara tatilimiz sırasında televizyonda bozkır havasıyla dönen dizi jeneriğini görür görmez demiştim. İşte farklı bir şey geliyor diye...Behzat Ç. başlamadan önce Emrah Serbes’in “ Her Hafriyat İz Bırakır”ını okurken nasıl oldu da canlandıramadım kafamda ben bunu diye hayıflanırım hep. Çünkü bazı kitaplar vardır ve hep bir sinema görüntüsüyle eşlik eder okumalarınıza. Emrah Serbes’in kitaplarındaki gerçeklik, dilinin söz oyunları, yüreği delik deşik eden cümleleri ile bu sinema perdesi en çarpıcı filmlerini sunar insana.

Dizilerin son yıllarda hayatımızın bir parçası olmasıyla beraber, nasıl maç sonrası futbol muhabbetleri olursa, sevilen dizielerin yayınlarından sonra başlayan konuşmalar ve yorumlar da hayatımızı sosyolojik anlamda etkileyen bir olgu olarak girdi hepimizin evlerine, sohbetlerine...

Sanal Medya, sosyal ortam paylaşımlarında her zaman başka bir kulvarda koştu Behzat Ç.
Çünkü yaratıcı kadrosu bir şeyleri acıtarak, gözün içine parmağı sokarcasına inatla ve gerçekle bizi buluşturdu diziyle. İstanbul Boğazı’nın yalılarında sürme gözlü oğlanların kas cephelerini hesaplayan, son model arabalarında aynaya en keskin ruj iziyle bakan kadınların dizilerini izleyip metropol havasına karışanlar da, Anadolu ovalarında aşk masalı anlatanların peşinden koşianlar da, oturan komedilerde karın kaslarına gülme efekti verenlerin de ağzında hep acı bir tad bırakan bir dizi olarak kaldı Behzat Ç.  Şık kadehlerde sergilenen vişne şuruplarının şarap diye göze batırıldığı diziler gibi değildi, içki servisi bizzat garibanların sofrasındaki en kırılgan çay bardağı ile rakıyı suyla beyaza dönüştürüyordu. Ayakkabı çıkarılarak girilen bir bekar memur evinin tüm aytıntıları bizim hayallerimizi kırmadan dökmeden eski mobilyaların, yere serilen halıların, duvarda asılı saatlerin dekoruyla fakir gerçekliğimizi de sokuyordu gözümüze. Fakir gecekondu evlerinin dizilerine sponsor eşliğinde giren 72 parça sofra takımlarına inat, üç sezon boyunca Akbaba’nın salonunun ortasında duran küçük tüple hayatın bir anında buluyorduk kendimizi.

Behzat Ç. nin yaratıcı Emrah Serbes derdi olup, derdini dilinin gücüyle ısrarla belirten yazarlardan. Acı ve öteki olmak durumu kalemine çok yakışıyor. Behzat Ç. serisi bir yana kısa hikayelerden oluşan “Erken Kaybedenler” kitabı, dünya da Salinger’in “ Çavdar Tarlasındaki Çocuklar”ındaki çığlığı koparacak nitelikte. Ergen çocukların öykülerinde saklı hem bildiklerimizi, hem de bilmediklerimizi çarpıcı bir şekilde suratımıza vuruyor. O yeni çağın kayıp duygularını kanatıcı sözcükleri ile cümlelerine bir ağaç gövdesini kazarcasına işliyor. İçimizdeki arabesk duyguların da , pop dünyaya karışan entellektüel tavırların da ötesinde, bu kadar basit daha fazla abartmaya gerek yok diye acıyı, gerçeği ve belki de kaybetmenin o ifade edilemeyen kibirsiz gururunu ağzımızda bir gece önceden kalan bir tadla bırakıp gidiyor. Tıpkı kırmızı vosvosu ile bizi vay be dedirderek gidebilen amirim gibi...

Behzat Ç. ye hayat veren Erdal Beşikçioğlu’nu burada anlatmaya çalışmak, benim kelimelerim arasına sıkıştırmaktan ibaret olur. Galiba en son Vali’de izlemiştim onu beyazcamda...Sonra bu jenerikle karşıma çıkınca hiç de yanılmadığımı bir kere daha anladım. Aslında ben onu bir tiyatro sahnesinde izlemek isterdim. Behzat Ç. için bu kadar uygun bir oyuncu olamazdı. Aslında Behzat Ç.yi bir başkası oynasaydı da Behzat Ç. böyle olamazdı. Denklem basit. Eyvallah amirim, sizin oyunculuğunuzun önünde saygıyla eğilmekten başka çarem kalmıyor. Ekibinizdeki genç arkadaşlarınıza geçirdiğiniz oyuncu sihiri ile her hafta bizi canlı, kanlı ve hayranlıkla izlediğimiz bir dünyaya taşıdığınız için ayrıca teşekkürler.

Emeği geçen herkesi tek tek burada anmak isterdim ama bunu yazmak imkansız. Emrah Serbes’in eskizini çizdiği karakterleri kalemiyle öyle bir işledi ki Mehmet Erdem, bazen 90 dakika hiç bitmesin istedik. Bazen artık içinden çıkılamaz derken senaryoya ayrı ayrı ince bir ayarla dahil ettiği karakterlerin yeni hikayelerinin peşine düştük. Ortasında hep cinayet duran büyük yuvarlak bir masaydı, çevresinde döndükçe entrikalar, aldatmalar, hesaplaşmalar, aşklar ve hayat çıktı karşımıza.

Belki de son sözüm Serdar Akar’a, cesaretini “Gemide” filminde göstermişti bana. Bir küçük kamarada küfürlerin savruluşunun o dönem için sinema için farklı bir çığlık olabileceğini sezdirmişti. Farklı işlerle hep şaşırtmayı başaran ve filmin sonunda işte bu onun imzası diye peşinden gidilesi bir yönetmen. En içimi ısıtan filmi “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” olmuştu, hala içinden replikler çalarım. Ama açıkcası tüm filmleri içinde beni en etkileyeni, en vahşi sahnelerini eleştirenlere bile hep sesimi yükselterek savunduğum “Barda” filmidir. Hayatın gerçeğinden yola çıkılarak yazılan senaryo kimilerini kızdırsa bile, gerçek hayatta 3.sayfada okurken hemen unuttuğumuz kadar gerçektir. Nejat İşler gibi jön görmeye alıştığımız bir oyuncuyu kirli bir katile dönüştürürken, içimizdeki katil duygusunun yüzümüzdeki masumiyetten apayrı bir yerde durduğunu ısrarla belirtir. Adaletin sorgulanma şekli ise tıpkı Behzat Ç.ye de taşıdığı gibi bazen yasal yollardan tıkanır. Vicdani adalet ve hukuk adaleti zaman zaman çatışmaya girer.

Behzat Ç.ninde zaten ince bir ip üzerinde yürüdüğü ve bir koluna hukuk, bir koluna vicdan ile yaptığı bu adalet yolculuğunda , Savcı Esra’nın ölümü ile başlayan süreçte hepimiz keskin bir çelişki yaşadık. Hukuksal adalete inancını yitirmişlerimiz de, hala hukuktan adalet bekleyenlerimiz de Behzat’ın adaleti arayışında vicdanı ile hesaplaşmasını an be an izledik. Kendince hesabı ve adaleti olan Ercü’nün yerine, son sezon dahil olan Muzo ve Barbaros hep o içimizde var olan ama ahlaki değerlerimizin reddettiği adaleti kötülük ve cinayetle arayan yan kahramanlar oldular. Ercü’ye diş bilesek de Behzat’la yaptığı danstaki zerafeti ve bir tek Behzat’a olan benzerliklerin karıştığını hissedercesine gizli saygısı yüzünden bol kepçeden kızamadım. Muzo ve Barbaros ise seri katil ve cinayetin farklı bir yüzünü gördük. Yazgı filmindeki Musa karakterinin bir benzeri mi çıkacak dedirtircesine sert bir hamleyle bizi sona götürdü Serdar Orçin’in can verdiği Barbaros tiplemesi.

Barbaros ve Muzo Behzat Ç.nin absürd karikatür karakterlerine dönüşüverdiler birden. Hayalet, Harun, Akbaba, Cevdet ile kurulan rakı sofralarının görünmez ziyaretçileriydi.
Kitaptakinden farklı ilerleyen abi karakteri ile ilişkiler, Berna-Şule ikilemleri, Harun-Eda aşkı, Hayalet’in hayali sevgilileri, Akbabanın bir gazete küpüründe yüzünü unuttuğu kara sevdası, Cevdet ve Aslı’nın arkadaşlığı, başlarda Selim, daha sonra Emre ile ekibe dahil olan zıt ses duygusu, ağır abiler, başkanlar, Psikopat bir zengin, savcı Esra’nın ısrarla hukuk diye sesini yükseltmesi, büyük güçlerin iç hesaplaşmaları, hiyerararşik ve politik oyunlar 3. Sayfa cinayetleri ve artık sansürlenen medyanın konuşmadığı konulara parmak basan yorumları ile senaryo her hafta bizi bir başka dünyaya götürdü. Behzat’ın hayatla ve kendisiyle hesaplaşmasındaki her ince noktada derin bir nefes aldık. Babalığını sorguladı, evliliğini sorguladı, aşkını sorguladı, amirliğini sorguladı,kendini sorguladı ağladı, bağırdı, bol bol küfür etti, kızdı, konuştu, adam bile öldürdü  ama vicdanını hep temiz bıraktı. Toplumun itirazlarına, normal kalıpların dışında olmasına rağmen hep sevildi, hep baş köşeye konuldu. Toplumun bizim gibi olanlarının en sıradan kahramanı oldu. Biz de her hafta sonu içimizdeki behzat ile hesaplaştık.

Behzat hayatının en zor sorusuna cevap bulamadan ve bizi bu sorunun en derin acısıyla bırakıp gitti. Belki Esra’yı kaybetmiş haliyle kazındı acısı yüreğimize, ama o taa başından beri bir kızını kaybetmiş bir babaydı. Son bölümde de ikinci kızını kaybetti...baba olmanın en zor yerindeydi. Biri ölü, biri katil iki kızıyla sığındığı tek şeyi, cinayetleri bırakıp gitti. Cinayet masası amiri olmasaydı, belki katil olacaktı.
Boğazımızda bir düğüm, aklımızda olup bitene kızgınlık, kalbimizde garip bir hüzünle ekran tarihinde en sevdiklerimiz listesine dahil olup bizi bıraktı. İyi ki gitti, tüm sansürlere, tüm kalıplaştırma çabalarına, tüm itirazlara rağmen söyleyeceklerini söyledi...Her bölüme ayrı bir konu, ayrı bir hayat ayrı bir mesaj atıp son bölümde baba sevgisinden yoksun bir adamın, sadece babasını öldürmek pahasına, tüm büyük adamları alt edebilecek öfkesini katarak nokta koydu.

Behzat’ın hesabını almak adına aslında kendi hesaplaşmasına Behzat’ı katan kızgın bir evladın 
mavi gözleri ile iki evladı arasında cayır cayır yanan bir babanın kara gözleri en son sözü söyledi.

Ve Ankara çamuruyla, tozuyla, yağmurla, karıyla ve tüm gerçek sokaklarıyla ağırladığı bizleri la bebeler burası İstanbul’a benzemez, benden mutlu son da beklemeyin diyerek bize veda etti.
Yazacak, söylecek o kadar çok şey var ki, bunlar dün geceden kalıp söze dönüşenler...Dönüşemeyenler ve yazılamamış olanları da zaten siz şimdi düşünmeye başladınız.

Pilli Bebek ve müziklerini unuttuğumu düşünmeyin o ayrı bir yazı konusu. Bir ses, bir müzik ancak bu kadar uyum içinde olabilir, sözcüklerin anlatamadığını bu kadar keskin anlatabilirdi.

Tüm Behzat Ç. ekibine sade bir teşekkür. Kalbimizde kalacaksınız...Hem de uzun bir süre...
 Fotoğraf: "Kimseye eyvallah demeden geldik eyvallah demeden gidiyoruz."

Emrah Serbes ve Ercan Mehmet Erdem'den ortak mesaj.

Suna A.K.
Grasse-18 Mayıs 2013                                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder